Ağustos ayını oğlumla birlikte Türkiye’de, memleketim olan Muğla/Marmaris ve çevresinde geçirdik.
Kokusunun dahi huzur ve güven verdiği köyümün topraklarına dokunup, yeşil ve mavinin buluştuğu koylarda denize girip serinledik yani kısacası ben özlem giderdim ve bunu yaparken evladımı da ilk kez benim için her zaman „ev“ kokan bu diyarlarla tanıştırma fırsatım oldu. Bunun ne kadar kıymetli birşey olduğunu yaşayan her birimiz biliyoruz zaten.
Ev ne demek, bir insanın evi olarak tanımladığı o yer neresi, bulunduğu yer mi veya her daim özlemini çektiği ve bir parçasını bıraktığı yer mi? Birden fazla yeri aynı ölçüde evi olarak benimseyebilir miyiz ve bizden sonra diasporada hayatını devam ettirecek olan nesil bu kavramlara nasıl bir yaklaşımı olacak?
Bu sorularla meşguldü zihnim ve ruhum Türkiye’de bulunduğum süre esnasında, daha doğrusu belki de uzun süredir ilk kez bu sorularla meşgul olmaya fırsat buldum .
Kapıdan adım attığım her an ırkçılığın farklı yüzleriyle karşı karşıya gelme ihtimali yoktu çünkü orada, konuştuğum dil veya giydiğim kıyafet, başörtüm çoğunlukla normal karşılanıyordu ve ben Avusturya ve Avrupa’da yaşayan bir çok Müslüman kadın gibi her gün bir mücadele içerisinde değildim.
Bu mücadele aktif değilde sessiz olsa dahi çok yorucu ve yıpratıcı- Irkçılığın yarattığı zehirli ortamdan uzaklaştığınızda anlayabiliyorsunuz.
Yaklaşık iki hafta bunun tam olarak farkında bile olmadan geçti zamanım, etrafımı olası bir tehlike kaygısıyla kontrol etmeden geçirdiğim çok rahat ettiğim iki hafta.
Bu rahatlığın bir rehavete yol açtığını fark etmem ise bana büyük bir ders oldu diyebilirim.
Ben Avusturya’da siyasi gelişmeleri yakından takip eden, sadece Müslümanlara karşı değil herhangi bir ayrımcılığa karşı olabildiğince hassas davranmaya çalışan hatta bununla elimden geldiğince mücadele veren bir insan iken iki hafta içerisinde farkındalığım körelmeye başlamıştı.
Elbette Türkiye’de siyasi kutuplaşmanın getirdiği gerginlikleri toplum içerisinde görmek ve hissetmek mümkün, çünkü bunlar çok bariz ve göz önünde yaşanan ve konuşulan şeyler.
Alışveriş yaptığınız her esnaf ile oturup siyaset konuşmak mümkün Türkiye’de- „Ne olacak bu memleketin hali?“ hepimize aşina bir cümle.
Benim bahsettğim daha gizli daha kompleks toplumsal sorunlar.
Aklıma gelen ilk sorun mülteciler hakkında kurulan cümleler ve kullanılan ayrımcı dil mesela.
Bu sorunsalı Avusturya’dan takip etsem de orada bunun farkında bile değildim, orada olduğum halde.
Irkçılığı artık kendi üzerimde hissetmem ve kaygılarımın yok olmasıyla birlikte sanki etrafımda olan bitenlere karşı da duyarlılığım azalmıştı ve bunun farkına varmak beni önce kendime karşı öfkelendirdi, daha sonra üzdü.
Biz, sadece azınlık olduğumuz zaman mı adaletsizliğe karşı sesimizi çıkaracaktık, evrensel değerler kurduğumuz değerler dünyası yok olmaya mı mahkûmdu çoğunluğa dahil olunca?
Avusturya’ya döndüğüm zaman anladım ki, Türkiye’de olduğum sürede yaşadıklarım ve düşündüklerimin bir sebebi varmış.
Sosyal medya ve gazeteler yine evsiz kalan, ayakları çıplak, güzel yüzleri kir içinde çocuklarla ve evlatları için çaresizce çırpınan anne-babalarla doluydu. Yine insanlık kaybetmişti. Moria’da çıkan yangından sonra Avusturya hükümeti birçok Avrupa ülkesinin aksine yanan mülteci kampından ülkeye çocuk almayacağını açıkladı.
Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz bir açıklamasında „Eğer o çocukları buraya kabul edersek, diğer onlarca insana yanlış bir umut aşılamış oluruz. Bunu vicdanımla bağdaştıramam“ dedi.
Vicdan- ne kadar da ağır bir kelime. Bu kelimenin altında ezilmedi mi, bütün insanlık o insanlar orada yarının ne getireceğini bilmeden acı çekerken?
Birkaç ülke lütfedip çocukları kabul edecek neyse ki ve bunun olması için oranın yanıp kül olması gerekliymiş. Çocukların pislik ve yokluk içinde, perspektifi olmayan hiç bir canlının yaşamaması gereken kötü şartlarda öylece durmaları yeteri kadar sebep değildi bunca zaman.
Avusturya’nın da dahil olduğu Avrupa Birliği bayraklarına adaleti, insan haklarını ve eşitliği yazmış ve bir daha açıp kendi değerlerine bakmamış.
Bu değerler Avrupa Birliği için artık sadece birer içi boş süslü laftan ibaret.
Ben ise Türkiye’de ırkçılığı hissetmeyip rehavete kapılmıştım ve adaletsizliği, hakkı hukuku ölçüp tarttığımı sandığım kantarım artık doğruyu-yanlışı yeteri kadar hassas tartmamaya başlamıştı bile.
Bu ikisi belki ilk bakışta aralarında dağlar kadar fark olan iki durum, fakat bir adım yaklaşınca tam tersini görürüz: Arasında hiç bir fark yok!
Kendimize pusula edindiğimiz evrensel değerler olmalı ama bundan daha elzem birşey var ki, o da değerlerimizi ara sıra çıkarıp onları hatırlamak.
Neden bu değerleri ve bazı prensipleri cebimize koyduğumuzu yeniden düşünmek, kendimizi sorgulamak, belki zamanla yanlış bulduğumuzu eleyip yerine yenilerini eklemek.
Aksi takdirde zaaflarımıza yenik düşüp edindiğimiz değerleri kazanılmış bir kupa misali bir köşede tozlanmaya mahkûm eder adım adım inandığımız doğrulardan uzaklaştığımızı anlamayabiliriz.
Tıpkı mülteci çocuklarını bile birer sayı ve potansiyel tehlike olarak gören Avrupa Birliği, tıpkı Avusturya gibi.