ENTEGRASYONYAZARLAR

Entegrasyon: Bilinmeyenlerle Dolu Bir Denklem

Entegrasyon kelimesini son yıllarda kaç tartışma programında duyup kaç gazete başlığında okuduğunuzu hatırlıyor musunuz?

Entegrasyon bakanlığı var, kitapçılar bu konuyu en küçük atomlarına kadar parçalayıp kendi bakış açısından yola çıkarak analiz edip farklı çözümler sunan sayısız kitapla dolu.

„Doğru“ veya „tam anlamı ile“ entegre olmanın yolu kişiye göre farklılık gösterebilen komplike bir denklemin daimi bilinmeyeni haline geldi adeta ve bu sorunun doğru veya tek bir cevabı yok.

Geçenlerde büyükbabamı hastanede ziyaret ettim, ameliyat olmuştu.

Halini hatrını sorduğumda bana şu cevabı verdi: „Haklarını yiyemem, çok iyi bakıyorlar sağ olsunlar, hiç tepeden bakmıyorlar.“

Büyükbabamın halinden memnun olmasına sevinmiştim elbette, ama bununla birlikte bir burukluk hissettim, çünkü o sözlerin altında yatan psikolojiyi ve düşünceyi çok iyi biliyorum.

Burada kaçıncı jenerasyonda yaşarsa yaşasın yabancı kökenli ve anne-babası veya büyükanne-büyükbabası misafir işçi olarak gelmiş her insan kadar iyi biliyorum.

Yani hepiniz kadar, hepimiz kadar.

40 yılını hiç durmadan disiplinli bir şekilde çalışarak geçiren, bu devlete hizmet etmiş, vergisini ödemiş bir  insanın en doğal hakkı için bu denli minnet duymasını ve doktorların ona kötü davranmadığı için müteşekkir olmasını içime sindiremiyordum.

Tıpkı „Biz burada misafiriz, çok fazla şey beklememek gerekir, buna şükür“ cümlesini hiç bir zaman kabullenemediğim gibi.

Entegrasyonun kendi içimizde bile kişiye özel yüzlerce farklı anlamı ve farklı önemi var iken entegrasyon „sorununa“ nasıl evrensel ve herkesi tatmin edecek bir çözüm bulunabilir ki?

Bunu beklemek abesle iştigal etmek değil mi?

Kimine göre iyi bir eğitim alıp gelir düzeyi yüksek bir işte çalışarak entegre olmuş olursun, kimine göre Almancaya hakim olmak yeterlidir, kimine göre ise yasalara uyup vergisini ödeyen bir vatandaş olmak yeterli toplumun bir parçası olabilmek için.

Toplumun parçası olarak kabul edilip edilmemek ise bu işin biraz farklı boyutu.

İnsanların doğdukları ülkeyi hangi sebepten dolayı terk ettikleri önemsiz, hiç bir insan asimile olmak üzere farklı bir ülkeye yerleşmez.

Kendi kültürünü, dinini ve dilini yaşatma ve bir sonraki nesile aktarma isteği sağlıklı bir psikolojinin işaretidir hatta.

Bir zamanlar misafir işçi olarak gelen insanların çocukları ve torunları şu an toplumun tam ortasında. Artık   sadece misafir değil, toplumun bir parçası haline geldik, toplumu oluşturuyoruz, toplum bizleriz.

Okuduğumuz okullar, konuştuğumuz dil ve çalıştığımız meslekler, çocuklarımıza sunmak istediğimiz standartlar, bunlar yabancı kökeni olmayan Avusturyalılar ile aynı olsa dahi biz bir çok alanda hedeflerimize ulaşmak için daha fazla çaba sarf ediyoruz. Belki bu fark gözle görülür değil ama kesinlikle hissediliyor. Hepimiz bu duyguya aşinayız. Kendimizi kanıtlamak adına sanki daima olması gerektiğinden fazla çaba sarf ediyoruz. Bu zorluklar jenerasyondan jenerasyona azalmadı tam aksine artarak çığ gibi büyüdü. Yirmi yıl önce kimse entegrasyon ile ilgili kitap yazıp tartışma programı hazırlamıyordu.

Aladin El-Mafaalani kitabında bu durumu „Entegrasyon Çelişkisi“ olarak özetliyor.

Birlikte yaşadığımız, çalıştığımız ve göz hizasında var olduğumuz alanlar arttıkça sorunlar kaybolmuyor veya azalmıyor sadece farklı boyut ve biçimlerde çıkıyorlar karşımıza.

Bence bununla ilgili en somut örnek başörtülü veya yabancı isimli bir kadının iş hayatında ırkçılığa maruz kalması.

Araştırmalara göre artan eğitim seviyesi ile birlikte başörtülü ve/veya yabancı kökenli kadınların iş başvurularına red cevabı da artmakta.

Entegrasyon, eğitim ve Almanca ile varabileceğimiz bir hedef olsa, bu sorunla karşı karşıya kalmazdık.

Bugünün toplumuna, olağan mekanizmalarına ve sorunlarına uyum sağlayamayan anlamını çoktan yitirmiş bir kelime haline gelmiş olan entegrasyon.

Ayrıca sağ ve aşırı sağ siyasetin oyun hamuru haline gelmiş durumda, entegrasyon diye yazılır asimilasyon diye okunur.

Bence asıl önemli olan ve bizim içselleştirmemiz gereken şey başkalarının bizden beklediği değil. Biz ne yaparsak kendimizi bu toplumun eş değerli birer bireyi olarak kabul edeceğiz?

Ne yapmazsak en doğal haklarımızı talep ederken minnet duymayacağız?

Çocuklarımız nasıl bizim yaşadığımız bu süreçlerden geçmeden normal olanı normal olarak yaşayabilirler?

Bütün bunların yolu iç muhasebeden, çok yönlü bir kimliğin içinde barındırdığı güzellikleri görmekten ve kabul etmekten, kuşak çatışmasına korkmadan izin vermekten, bizi biz yapanı sevmekten ve kendimiz için konuşmaktan yani kendi sesimiz olmaktan geçiyor.

Kendimizi ancak ve en doğru şekilde kendimiz tanımlayabiliriz ve ben   inanıyorum ki, bu prosedürü toplum olarak başarıyla tamamladıktan sonra „entegrasyon“ diye bir denklem kalmayacak ortada!

ähnliche Artikel

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert