Arafta Geçen Hayatlar
Ata yurdundan göçen, gurbeti vatan edinen insanlarımızın önemli bir kısmının Türkiye’den ayrılmasıyla ilgili öykülerinin altında daha iyi bir gelecek, insanca yaşama ideali yatıyor. Kimi birkaç sene, kimi birkaç ay deyip gittiği yoldan dönemedi. İçlerinden Türkiye’de gemileri yakıp bir daha geri dönmemeyi planlayanlar bile pek çoğu Türkiye ile bağlarını koparmamış, memlekete küçük bir yatırım yaparak, yurt dışında işler ters giderse, sığınacak son bir liman arayışına girmişler.
Gelinen gurbet bir süre sonra vatan olunca, aile birleşimi ve çekirdek aileden geniş aileye geçiş dönemleri başladı. Kimi evladının yeni vatanda tanıştığı bir başka gurbetçinin evladıyla evlenip yuva kurmasına rıza gösterirken, kimi de memleketten tanıyıp bildiği bir yakınının evladını evlat bilip, Yüksel Özkasap’ın türkülerinden dile getirdiği „Almanya’ya, acı vatana“ gelin veya damat olarak getirdi. Getirdi getirmesine de Türkiye’de yetişen gençlerle yurt dışında yetişen gençlerin kurduğu çekirdek ailelerde her zaman istenen, arzu edilen huzur ve mutluluk havası esmedi, ayrık otları yeşerdi.
Bu defa sözümüz, gençlerin bu şekilde kurduğu, daha doğrusu kurmaya çalıştığı düzen üzerine.
Yurt dışında yaşayıp istikbalini kazanma çabası içinde türlü iş kollarında çalışan Türklerin sosyal hayatı, ekonomik gelir düzeyleri dışarıdan bakınca Türkiye’de yaşayanlara görece olarak daha iyi görünüyor. Türkiye’de yaşayanlar için de yurt dışı bir hayal ülkesi. Avrupalı Türklerin izin sezonundaki yaşam tarzları, memleketteki yakınlarında da bir özentiye, bir özleme dönüştü. Bilinmeyene, yeni bir hayata duyulan özlem, albenisi bol hayatın bir parçası olmak, daha iyi şartlarda yaşamak adeta bir tutkuya dönüştü. Bu tutku ile bazı aileler evlilik çağındaki çocuklarını yurt dışında yaşayan bir tanıdıklarının evlilik çağındaki çocuğu ile baş göz etmenin yolundan geçtiğini düşündüler.
Yurt dışında yaşayanlar da içinde bulundukları dar sosyal çevrenin etkisi ile Türkiye’den tanıdık, bildik birinin evlilik çağındaki evladı ile kendi evladının hayatını birleştirmenin doğru bir seçenek olduğuna inandılar. Akıllarına bu yattı… Tanımadıkları, bilmedikleri bir yabancıdan kendi dost, akraba çevresindeki daha iyidir diye düşündüler. Türkiye’den evlilik yoluyla gelemeyenler ise yaşadıkları çevrede kurulan derneklerin toplantılarında, düğünlerde, toylarda gençlerin bir araya gelmesi, tanışmaları için zeminler oluşturdular.
Türkiye’den gelin veya damat getirme fikri her zaman hayal edilen sonucu vermese de dilimize „ithal“ gelin veya „ithal“ damat kavramını yerleştirdi. Bu süreçte sadece gurbete çıkan gençler değil, memlekette bırakılan aile ile birlikte Aşık Mahzuni Şerif’in yüreğinden dile geldiği şekliyle; „Alamanya sana giden dönmüyor.// Gelmiyor, dönmüyor, bilmiyor, gülmüyor“ diye yeni gurbet türküleri çalınıp söylendi.
Gençler bir yandan birbirlerini tanımaya çalışırken, öte yandan hayatın iniş ve çıkışlarına birlikte göğüs germeye çalıştılar, kendileri yurtlarını, yuvalarını kurmaya gayret ettiler. İşler ters gittiğinde, yani bıçak kemiğe dayandığında ise ayrılıklar kaçınılmaz oldu. Türkiye’den gelenler, uyum sürecinin zorluklarını yaşarken, aileyi oluşturan bireylerin bilerek ve isteyerek olmasa da yaptığı hatalar ayrılıkların nedenini oluşturdu.
Eşler arasında yaşanılan bu zorlu süreçte tarafların birbirine diklenmeden dik durması; ilişkilerde hile, taktik, üstün çıkma duygusu yerine akıl ve mantık yürütülmesi; gerekiyorsa aile danışmanlığı veya hukuki danışmanlık alınması düşünülebilir. Kurulan çekirdek aileye üçüncü şahısların müdahaleleri sorunları büsbütün içinden çıkılmaz hale dönüştürebilir. Unutulmamalıdır ki aile milleti ayakta tutan, toplumun çekirdeğini oluşturan önemli bir sosyal kurumdur ve ailenin sağlığı, milletin geleceği için de önemlidir.
Geçmişte Türkiye’den evlilik yoluyla gelen yahut getirilen delikanlılar, geçmişten gelen geleneksel aile ilişkileri sarmalında kendilerine biçilen rolün altından kalkmakta zorlandılar. Dil bilmedikleri gibi gurbete çıktıkları ilk senelerde aileyi geçindirecek yeterli gelire de sahip olmadıkları için eşlerine, eşlerinin ailelerine maddi, manevi bağımlı hale geldiler. Bu durum damatların eşlerinin gözünde güçlü erkek, güçlü karakter etkisini kaybetmelerine, zamanla değer, itibar kaybına uğramasına neden oldu.
Evlenen erkekler için söylenen „Kadını kendi hayatına dahil edeceksin. Kadının hayatına dahil olmayacaksın.“ sözü bu evliliklerde geçerliliğini yitirdi. Kadının, ailesinin hayatına dahil olan „damat“ Türkiye’de sahip olduğu niteliklerin yurt dışında bir hükmü olmadığını görüp hayal kırıklığına uğradı. Türkiye’den getirilen „gelin“ kızların durumu da çok farklı değildi. Bunlar da yabancı bir ülkeye gelin giderek mental olarak yabancı bir çevreye girdiler. Burada sosyal çevreye uyum sağlamakta zorlananlar, eşleriyle duygusal bağ kuramadılar, mental çatışmalar yaşadılar.
Hele gidilen ülkenin dilini bilmiyorsa, kendini geliştirecek sosyal ortamlardan uzaksa, gelin gittiği eve hapsoluyor, evde adeta yardımcı işçi gibi kullanılmaya başlanıyordu. Zaman içinde eşlerin birbirlerine duyduğu saygı ve sevgi, üçüncü şahısların da etkisiyle iyiden iyiye zayıflıyor, aile içi şiddet kapalı kapılar ardından eş dost sohbetlerine, yabancı polise yansımaya başlıyordu.
Tarafların aile bütünlüğü içinde eşlerini yüceltmesi, üçüncü şahıslar nezdinde küçük düşürmemesi; birbirlerini itibarsızlaştırmaması gerekir; zamanlı zamansız yapılan karşılıklı ithamlar ve mental çatışmalar aile birliğine zarar verir. Hayat dizilerdeki gibi toz pembe olmasa da entrikalarla da dolu değildir. Orta yolu bulmaya çalışmak, gereksiz üzüntülere, sıkıntılara mahal vermeden makul bir çözüm üretmek için tarafların karşılıklı çaba göstermesi gerekir. Mutluluğun önüne engel koymak veya mevcut engelleri kaldırmak üçüncü şahısların işi değil; bizzat aile birliği içinde eşlerin karşılıklı çabalarıyla, dayanışmaları ve zorluklara birlikte göğüs germeleri ile mümkün olur.
Karşılıklı olarak, daha iyi yaşam koşulları sağlamak düşüncesi ile başlayan evliliklerde, taraflardan biri mevcut şartlardan daha iyi yaşam koşulu bulduğunda ötekini terk eder. Bu ayrılıklar, Türkiye’den gidenin veya yurt dışında yetişenin iyi veya kötü olmasından değil, tarafların sahip olduğu dünya görüşü ve değer yargılarının farklılığından, hayattaki maddi beklentilerinin örtüşmemesinden kaynaklanır. Burada geçerli kural basit; paran veya gücün varsa tercih edilirsin. Erkek veya kadın olsun, taraflar evlilik kararını verirken, karşı tarafın fiziksel özelliklerini, maddi durumlarını öncelerse, zaman içinde daha iyi ve daha çekici biriyle karşılaşırsa ona ve onun yaşam tarzına meyleder; yeni ortamda yeni heyecanlar ve kim bilir belki de huzur arar.
Eşler arasında kördüğüm halini alan ikili ilişkiler bir düzene oturtulamazsa, aile içi huzursuzluk tarafları gölge gibi takip eder. Bu durumda evlenmek kadar ayrılık da hayatın gerçeği olur. Taraflar bir süre bedenlerini memnun ederken, ruhlarının ızdırabının içlerini kemirmeye başladığını fark eder; bunun sonunda ifade edilemeyen, çözüme kavuşturulamayan sorunlar psikolojik, psikosomatik rahatsızlıklar şeklinde kendini gösterir. Eşlerden biri tam mutlu olacağına inandığı, peşinden koştuğu hayalleri yakaladığını düşünürken, diğeri artık hayallerini, beklentilerini karşılamayan evlilikten bir an önce kurtulmanın yollarını arar. Artık çözüme kavuşmayan yaşanmışlıklar, kişinin gölgesiyle ilişkisi misalinde olduğu gibi, ömür boyu peşini bırakmaz.
Mutsuz evliliklerin daha başında yanlış bir anlayış, ham bir hayal üzerine kurulduğu maddi beklentilerin karşılanamadığı zaman, ayan beyan ortaya çıkar. Gençler mutlu bir yuva kurmak isterken bir kalpsizin tuzağına yem olduğunu görür. Tom Robbins’in dediği „… yalnızlığı geçene kadar sizinle olan, sonrasında kendi yoluna bakan insan tipine“ bulaşmaya değmez. Gençleri yurt dışından zengin (?) biriyle değil de gönül dünyasından, onların gönlünün beğendiği biri ile evlendirmenin aile içi huzur için daha önemli olduğu unutulmamalıdır.
Cennet hayal edip cehenneme çevirdiğimiz hayatı; aklı başka yerde, kalbi başka yerde biriyle, arafta, iki arada tüketmeye, acı çekmeye değmez. Cemil Meriç’in deyişiyle „Fazladan izahat, lisanen kabahattir.“