Her İki Dilde Yarım Kalan Nesiller
Geçenlerde tek taraflı olarak nitelendirebileceğimiz bir „Zeit im Bild“ haber başlığı daha yayınlandı. Birkaç uzmanla görüşülmüş, fikirler alınmış, okullardan görüntüler alınmış ve çok dilli çocukların dil alışkanlıklarıyla ilgili bir haber yapılmış. Tam olarak şöyle diyor: „Null Kontakt mit Österreich“, yani „Avusturya ile sıfır iletişim“. İçerikte birçok öğrencinin Almanca bilmediği için dersleri takip edemedikleri anlatılmış ve ana sebep olarak Avusturya’ya ait olan hiçbir şeyle doğrudan bir bağ kurulamadığı gösterilmiş. Aynı şekilde evde sadece ana dillerin konuşulduğu öne sürülmüş.
„Multilingual“ bir toplum olmasına rağmen „Monolingual“ bir sistemi yürütmekte diretmenin sonuçları olarak özetleyebiliriz bu durumu. „Nationalstaatsthese“, yani Ulus Devlet Tezini ayakta tutmak için bu tezin normlarına uymayan her kişinin hiçe sayıldığı bir sistemde toplumsal ve kültürel olarak var olmak bir hayli zordur. Dil sadece iletişim için kullanılan bir araç olmamakla birlikte, aynı zamanda bir toplumun değerlerini de en doğrudan temsil eder. Dil, kişinin sosyal ve kültürel bağlamını anlamamızı sağlayan çok daha geniş bir anlam taşıyan bir araçtır. Bir dilin reddedilmesi demek, aynı zamanda o toplumun kültürünü, değerlerini ve kimliğini reddetmek demektir. 60 yıl sonra bile kaç jenerasyondur bu ülkede yaşayan ve yetişen insanların değerlerini hiçe saymak demektir. Bir ülkenin veya toplumun kendi değerlerini muhafaza etmek istemesi çok olağan ve anlaşılır bir durumdur. Fakat asıl anlaşılması gereken mesele bu toplumda „kendi“ kavramına kimlerin girdiğidir. 60 yıldır bu ülkede yaşayan, ülkeye fayda sağlamış olan bir toplum bu kavramın içine dahil edilemez mi? Ulus devlet tezine bağlı olarak iki kategori oluşturulmaktadır: Bizler ve Bizden olmayanlar. Artık göçmen olmayan, çocuklarını da bu ülkede yetiştiren, „buralıyım“ diyen insanların, 60 yıl sonra bile „bizden olmayanlar“ kategorisine giriyor olmaları üzücüdür. Nitekim bu insanlar mülteci statüsünde olmayan, jenerasyonlardır burada yaşayan, bir topluluk haline gelmiştir.
Toplumsal yansımalardan sonra çocukların dil sorununun derinine inecek olursak, bu konu yüzeysel bir şekilde tek taraflı ele alınmamalıdır. Çocukların Almanca konuşamıyor olmaları ve belirli bir oranda dersi takip edemiyor olmaları, bir eğitimci olarak benim de gözlemlediğim bir sorun. Fakat öğretmenlerin ve birçok uzmanın görmek istemedikleri bir gerçek de şudur: Çocuklar ana dillerini de konuşamıyorlar. Baktığımızda her iki dilde de sorun yaşayan çocukların faturası sadece ailelere mi kesilmelidir?
Dil repertuvarı birçok dil şemasından oluşur. Sadece standart Almanca ve ana dilden oluşmaz. Kişinin repertuvarı hâkim olduğu şivelerden, ağızlardan, hatta „code-switching“ dediğimiz dilleri birbirine karıştırarak konuşmalardan oluşur. Aynı zamanda „Jugendsprache“ denilen „genç dili“ ve Bildungssprache, yani „eğitim dili“ arasındaki uçurum da, kişinin repertuvarına dahildir. Bu repertuvar aile içinde, okulda, işyerinde, sokakta yani toplum içerisinde öğrenilen tüm şemaları içinde barındırır. Çok dilli bir kişinin repertuvarı da tek bir toplulukta yetişmediği için geniş olur. Çok dilli çocukların dilsel esneklik, hafıza gücü, yürütücü fonksiyonlar, problem çözme yetenekleri ve sosyal zeka açısından tek dilli çocuklara göre daha avantajlı oldukları çok kez bilimsel açıdan ispatlanmıştır. Peki neden iki dilde de sorun yaşanmakta ve okul performansı düşmektedir?
Öncelikle yukarıda anlatılmış olan ulus devlet tezi kapsamındaki normlara uymayan bir kategoride „bizden olmayanlar“ olarak damgalanan ailesinde göç geçmişi olan yeni jenerasyon çocukların farklı bir yapıya ihtiyaçları vardır. Özellikle anaokulunda, dil yapısının yerleştiği en önemli yaşlarda, iyi bir altyapı alınmalıdır. Avusturya’da anaokulu eğitimi 5 yaşında mecburi kılınmaktadır. 5 yaşına kadar belirli bir topluluk içerisinde yaşayan ve yetişen çocuğun Avusturyalı çocuklarla bir araya gelmesi zor olabilir. Toplum tarafından „bizden olmayanlar“ olarak damgalanan ailelerin, hâlâ sanki 60 yıl önce değil de, daha dün bu ülkeye gelmişler gibi, küçümseyici bakışlara ve muameleye maruz kalan insanların, aynı toplum ile bağ kurması pek başarılı olmayabilir. Kişinin kabul edilme olasılığı, çoğunluk topluma benzeme durumuyla bağlantılıdır. Hâl böyleyken Anadolu kökenli bir ailenin, Avusturya kökenli bir aile ile iletişim kurması zor olabilir ve çocuklar da gerekli bağlantıları kuramayabilirler. 5 yaşına kadar bu bağı kuramamış olan çocukların, 5 yaşından sonra anaokulunda 2 yıl içerisinde sular seller gibi Almanca öğrenmeleri beklenir. Bu tabii ki imkânsız değil, fakat anaokulunda yeterli bir dil eğitimi verilmediği için bir hayli zordur. Çocukların Türk çocukları ile Türkçe konuşmaları da pedagoglar tarafından şikâyet sebebi olabiliyor. Çocuğun kendine tanıdık gelen, benzer bir yaşıtıyla iletişim ve bağ kuruyor olması tuhaf bir durum değildir.
Çocuklar gerekli altyapıyı anaokulunda almadıkları zaman, sokakta öğrenebildikleri veya ailenin imkânları kapsamında öğretebildiği Almanca ile ilkokula başlarlar. Bu durumda tabii ki yetersiz kalabilirler. Sosyal izolasyonu pekiştiren Almanca teşvik sınıfları da bu durumu daha da zorlaştırır. Çocuklar belki de iyi bir Almanca eğitimi görebilir, fakat hiç Almanca bilmeyen çocuklardan oluşan 20 kişilik bir sınıfta öğrenilen dilin kalitesi tartışmalıdır. Bu sistemin hem sosyal açıdan hem de dil bilimsel açıdan eleştirilecek yönleri açıktır. Demek ki çocukların Almanca konuşamıyor olmalarının faturası sadece ailelere kesilmemelidir. Bu noktada öğretmenlerin iddia ettikleri gibi çocukların evde sadece ana dillerini konuşuyor olmaları ve bu nedenle ana dillerini „zaten“ biliyor olmaları da yanlıştır.
Bu bağlamda öncelikle ailelerin Türkçe hâkimiyetine bakmak gerekir. Kaç aile standart Türkçe konuşmakta? Kaç aile İstanbul Türkçesine hâkim? Çocuklara aktarılan Türkçe ne kadar düzgün? Çocukları Türkçe konuşuyor olarak saysak da, Türkçe okuma yazma oranı ve kalitesi ne durumda? Bu sorular öğretmenler ve pedagoglar tarafından çoğu kez göz ardı edilmektedir.
Avusturya, bir Avrupa ülkesi olması ve Almanca’nın prestijli bir dil olarak ülke dili olması sebebiyle eğitim sistemi özellikle Türkiyeli Türkler tarafından Türkiye eğitim sistemiyle kıyaslandığında kusursuz görünebilir. Fakat sistem, toplumsal bir gerçeği tamamen reddetmekle birlikte, sadece tek dilli öğrencilere göre yapısal bir alan sağlamaktadır. Başkent Viyana’da herhangi bir devlet okulunda ana dili Almanca olmayan çocukların oranının %90’ı bulduğu gerçeğine rağmen bu yapıda ısrarcı olunmaktadır. Bu sistem içerisinde çok dilli bir çocuğun dil repertuvarı genişlemez ve gelişmez.
Ailelerin ise çoğu kez bir çocuğun birçok dili aynı anda öğrenebildiğinin farkında olmadan, ilk olarak ana dili öğretmek istemeleri ve eğitim sistemindeki yetersizliğin bilincinde olmadan ev içinde Almanca öğrenimini „zaten okulda öğrenecek“ diyerek erken yaşlarda göz ardı etmeleri yaygın bir durumdur. Birçok kez ise ailelerin de Almanca seviyeleri, burada eğitim almadıkları için ve çeşitli faktörlere bağlı olarak, yetersiz kalabilir. Toplumsal bir damgayla birlikte kendi topluluğuna sıkıca bağlanmış olan ve farklı bakış açılarına şans vermek istemeyen kişiler, Almanca konuşan kişilerle yetersiz iletişimleri sebebiyle, bu konuda daha da zorlanabilirler. Kaldı ki bundan 15 yıl öncesine kadar bu kişilere yeterli Almanca eğitimi sağlamayan bir devlet içerisinde yıllarını geçiren insanlardan bahsediyoruz. Bu bir bahane midir? Tartışılır…
Aileler evde ana dili konuşarak çocuklara ana dili öğrettiklerini varsaysalar da, çocukların kendilerini hem konuşarak hem de yazarak belirli bir düzeyde ifade edebiliyor olmaları, yeterli bir ana dil eğitiminin olmadığının kanıtıdır. Anadolu ağızlarının aktarıldığı bir çocuğun İstanbul Türkçesi konuşması beklenemez. Repertuvarı geniştir. Çok dilli olmak da bu demektir. Fakat gelecekte Türkçe ile de bir iş yapabileceği veya kendi işine Türkçeyi de dahil edebilecek durumda olmadığı aşikârdır. Çocuk meslek sahibi olduğunda, kendini alanında ana diliyle ifade edemiyor olacağı aileler tarafından göz ardı edilen bir durumdur. Sadece köklerin dayandığı bölgenin şivesini aktarıyor olmak yetersiz olabilir. Hem yazılı hem de sözlü olarak doğru bir Türkçe öğretmek ileride belki de farklı kapılar açabilir.
Fakat veliler „zaten Türkçe biliyor“ argümanıyla çocukları Türkçe derslerine bile yollamamakta ve dil farkındalıklarını yükseltmekte çekimser davranmaktadır.
Türkçe derslerine ithafen ise ana dil eğitimi sadece ailelerin sorumluluğunda olan bir durum değildir. Bir sınıfta birçok ana dilin bulunduğu okullara sahip olan çok dilli bir ülke, çok dilliliğin sadece İngilizce veya Fransızca eğitimi gibi prestijli ikinci dil eğitiminden geçmediğini bilmelidir. Bu farkındalığın oluşması bir hayli zor olmakla beraber bu yönde adımlar atılmamaktadır. Bu bağlamda Türkçe dersleri için her okulda sınıf açılmamaktadır, ailelerin ilgisizliği sebebiyle talep edilmediği gibi, okullar tarafından da bu teklif sunulmamaktadır. Bu durum sadece Türkçe için değil aynı zamanda Sırpça, Boşnakça ve Hırvatça, aynı zamanda diğer ana diller için de geçerlidir.
Son olarak, Avusturya’da kaliteli bir dil eğitiminin kapıları yeterli bütçeden geçmektedir. Ancak belirli olanaklar sağlandığı takdirde dil eğitimi doğru verilebilir. Bunun ilk adımı anaokul yaşını erken yaşlara çekmek ve dil eğitimine erken yaşlarda teşvik etmektir. Bununla beraber Almanca teşvik sınıflarındaki bilimsel olarak da ispatlanmış sorunları ciddiye alarak yapıyı değiştirmektir. Ana dil eğitimi kapsamında ise Türk derneklerinin ve elçiliğin, ailelerde bir farkındalık oluşturması ve Türkçe derslerine talebin artması gerekmektedir. Türkçe derslerinin içeriği, müfredatı ve materyalleri kalite testlerine tabi tutulmalıdır.
Türkiye’de yetişmiş kişilerin yanı sıra burada çift dilli yetişmiş kişilerin de Türkçe öğretmenliği okuyabilmeleri adına kapılar açılmalıdır. Çünkü ders alan öğrencilerin sorunlarını, sıkıntılarını ve dil yapısını anlayabilecek ve empati kurabilecek en iyi kişiler onlardır. Burada yetişmiş çocuklara Türkiye’de yetişmiş çocuklara olduğu gibi Türkçe öğretilemez. Bunu sağlamak da ancak üniversitelerde gerekli ve yeterli eğitimi vermekten geçer.