Gönül Çalab’ın Tahtı
„Gönül Çalab’ın tahtı, Çalab gönüle baktı
İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise“
Bu sefer Yunus Emre ile başladım. İnsanları sevmek, gönüllerde taht kurmak için insanın önce kendi sevdiğinin, kendini yaratan Çalab‘ın gönlüne taht kurması gerek. Türkçeyi onun insanın ruhundaki anlamını bir sevgiliye edilen sitemi, aşkı sevdayı anlatır gibi anlatacağım bu defa… Yazdığım her satırı; aşka, sevdaya inananların sanal alemdeki ifadelerinden derledim. Okuyanların derdini, kendi duygu dünyalarına ayna tutarak anlatmak istiyorum. İstiyorum ki yürek yangını olanlar, bizim milletimize olan sevdamız, Türkçemize olan tutkumuz, milletimize gönül borcumuz üzerinde biraz düşünsün.
Hani gençler arasında Karadenizli anonim bir teyzeye atfedilen bir söz dolaşıyor; „Kiminle yaşarsan yaşa, kalbindekiyle öleceksin.“ diye. İnsanlar kalbinde yaşattıklarını dilleri ile dışa vurmasa da bilinç altında, anılarda, rüyalarda yaşatmaya devam ederlermiş. Bu durum halk diliyle böyle özetlenmiş. Ana dilini konuşmayı reddeden nice insanın son nefesinde anne özlemiyle anadiline döndükleri söyleniyor. Bilim insanlarının söylediğini aktarıyorum; gönül insanları da farklı düşünmüyor.
Bu gidişle, yani insanlarımız bu kadar vurdumduymaz, adamsendeci davranmaya devam ederse, kadim dilimiz, yani Türkçemiz, köken dilimiz orta ve uzun vadede, çok değil birkaç kuşak sonra bu coğrafyanın terk edilmeye yüz tutan ihmal edilmiş nostaljik bir değeri olacak; yaşlıların belleğinde anı olarak kalacak. Tıpkı Polonya’dan gelen Petra’nın annesinin „Sokakta Lehçe konuşmayın, Polanya’dan geldiğinizi anlamasınlar“ tembihine uyup, dedesinin dilini bugün neden konuşamadığını anlattığı hüzünlü hikayesi gibi. Türkçenin değerini anlamak için Türkçe konuşana meftun olmak; gönül verme şerefine nail olmak gerekir. Dilimizin anlatım özelliklerini anlamak, anlatmak için milletine, değerlerine sevdalanmak gerekir. Tıpkı insanın biri yakana kadar anlamadığı, yok sandığı; yanınca da sönmez sandığı, deryalara daldığı gibi… İnsanı insan yapan duygularıdır. Tercih sizin; geride bırakacağınız ister başarı öyküsü, ister yanık bir sevda türküsü.
„İnsan yanındaki ile yaşlanır, aklındaki ile ölürmüş“ Türkçe de böyle bir şey. Yaşadığınız coğrafyada hangi dil konuşulursa konuşulsun, Türkçe gönül diliniz olsun. „Dilimiz kimliğimizdir“ deyince, gülüp geçenler oluyor. Olsun! Siz siz olun; mutluyken de mutsuzken de, sevip sevilirken de, söverken de Türkçe konuşun; sevginin, sevdanın, öfkenin, yani duyguların dili, türkülerimizin dili de Türkçe. Bilmem, anlatabiliyor muyum? Sanmıyorum… Hem biliyor musunuz ki ünlü yazar Yaşar Kemal bile küçükken yaşadığı travmalar nedeniyle lal olmuş da dili Türkü söylerken çözülmüş.
Rivayet o ki iyi kadınlar kötü adamların balkonundan gökyüzüne bakarken, iyi adamlar da yalnızlıktan ölüyormuş. İnsanlar; çok sevip ulaşamadığında, „Nasibim değilse gönlümden al“ diye dua edermiş, ama gönül bu, bir kere Çalab’ın tahtına göz kırpmışsa, „İnşallah nasibimdir. Çalab gönlüme baksın; ne olur orda kalsın“ diye de için için dua etmekten geri durmaz. Sizi bilmem, ama ben tam olarak o noktadayım. Benim duam sevdama, dilime, milletimin bekasına. Sizin dualarınız da benimle birlikte olsun inşallah. Amin, amin, amin…
Şu dünya ne tuhaf değil mi? İnsan hiç sahip olmadığı, eline almadığı, bir şeyi gün gelir kaybettiğini sanıp üzüntüye gark olur. İnsan kokusunu hissetmediği, birlikte gülüp eğlenmediği, sarılıp öpemediği birini, nasıl olduğunu bile bilmediği halde, küçük yavruların bir oyuncağa bağlandığı gibi nasıl bu denli içten sevip bağlanır? Hayat bu dudaklarınız başkasındayken ruhunuz başkasıyla öpüşür. Yani sözün özü; Türkçe düşünür, Almanca konuşursunuz. Dönüp, dolaşıp yine geldik Trabzonlu teyzenin sözüne değil mi? Ama dil deyip durduğumuz da böyle bir şey. Elma değil ki ısırıp tadına bakasın, ekşi mi tatlı mı mayhoş mu… Onun tadı anlatım gücünde. İş ki o gücü kullanıp kah sevginizi kah efkarınızı anadilinizde anlatın.
Gençler terk edilmişliğin verdiği acıyla dostlarına dert yanar, yaşanmışlıkları anlatır. „Öyle alışmıştım ki aramasına; bir tek onunla mutlu oluyordum. Onunla keyif alıyordum geçirdiğim dakikalardan. İkide bir profiline girip bakıyor, her gelen mesajı ondan sanıyor, aramadığı anı yaşanmış saymıyor, yastığımı gözyaşıyla ıslatıyordum.“ Mecnun’la dolaşan Leyla’dan başka söz duymaz misali, bu duygu durumunu kanıksayan öteki cevap veriyor; „Sen onun umrunda olmamana, vurdumduymazlığına da alışabilecek misin?“ Peki gençler, siz gerçek hayatta, iş hayatına atıldığınızda, memlekete gittiğinizde dedenizle, konu komşuyla, hasılı kelam uzaktaki yakınlarınızla, istikbalde size umut bağlayanlarla anadilinizde anlaşamazsanız, Türkçenin yokluğuna alışabilecek misiniz? Yokluğuna alışma uğruna yüreğinizdeki iletişimsizlik yangınını nasıl söndüreceksiniz? Hiç düşündünüz mü?
Anlattıklarım tıpkı televizyon dizilerinde geçen bir sevda masalı gibi bir senaryo. En olumsuzu düşünün. Siz onu severken, o sizi bırakıp başka biri ile el ele dolaşıyor olsun. Sizin onu sevdiğinizin de farkında. Ara sıra arayıp „İyi misin?“ diye soruyor. Siz de hep aynı cevabı veriyorsunuz; „İyiyim!“. Aslında hep aynı yalanı tekrar ediyorsunuz. İçim yanıyor, kalbim ağlıyor ama yanağıma akmıyor gözyaşlarım diyemiyorsunuz. Şimdi nasıl anlatayım ıslanan yastığı ters çevirip yattığımı, diye iç geçiriyorsunuz. Bazı şeyler gerçekten çok acı. Sezen Aksu’nun biliyorsun adlı şarkısında dediği gibi; “Düşler ve gerçekler ayrı ayrı yaşar”. Biz size Türkçe öğrenin derken, sizler başka sevdaların peşinden koşuyorsunuz. Yaşadığınız çevrede sahip olduğunuz değerleri kaybedip iş işten geçtikten sonra son pişmanlık fayda etmez. Değerler eğitimi de öyle söylemekle kulaktan kulağa değil, bizzat yaşayarak yürekten yüreğe aktarılır. Dedim ya bu bir sevda masalı gibi kuşaktan kuşağa, dudaktan kulağa değil, yüreğe işlendiğinde, yaşam biçimine dönüştüğünde anlam kazanıyor.
Hz. Ali dedi ki; „Asla sahip olmadığın şeyler için üzülme! Kısmetinde varsa, onlar seni bulur, zamanı gelince. Her şey gelip geçici ey gönül. Bak az önce aldığın nefes dahi geldi geçti. Allah, ömrümüzün kalan kısmını, geçen kısmından hayırlı eylesin. Dünya’nın en büyük yükü; aklı sende olmayanı ısrarla yüreğinde taşımakmış. Âllah herkesi lâyık olduğu kalplerde çiçek açtırsın.“ Bu duaya, „Amin!“ derken, yine Türkçeyi, Türkçemizi, milletimizin geleceğini düşünüyor, hesap ediyorum.
Bizim dilimiz, Türkçemiz, kadir kıymet bilenlerimiz için babaannelerimizin zamanında misafire ayrılan ve ev ahalisi tarafından kullanılmayan yastık ve yorgandaki ipek kumaştır, renktir, desendir, Anadolu’dur. Asya’dır; sonu gelmeyen bir romandır. Bitmeyen bir şarkı. Ortasında ara verilmiş ama bir türlü de devam edilememiş yarım kalan bir şiirdir. Bazen de ağıttır. Türkçemiz ezandır, çandır. Kısacası, derdi de kederi de sesinde barındıran bir dermandır. Türkçe, rengarenk yüreklerin ve eşsiz seslerin ruhlarımıza iyi gelen tınısı, tılsımıdır.
Her ilişkiyi „Gel gönlümü, yerden yere vurma güzel“ diye başlayıp dinleyeni hayal alemine alıp götüren eski bir şarkının engin derinliğine dalıp, Emel Sayın’ın çığlık çığlığa „Rüyalar gerçek olsa“ diye söylediği şarkı ile bitirmek istersin; ama ne gam, hayatın gerçekleri ile rüyanın hazzı her zaman örtüşmez; örtüştüremezsin.
Allah insanlara „yeryüzüne de gökyüzüne de sığmadığını, ancak inanan kullarının kalbinde yaşadığını“ bildirmiştir. Yunus Emre de „Gönül Çalab’ın tahtı“ derken insanın dünyalığına, sahip olduklarına değil, vicdanına vurgu yapar. Türkçe gider, Türklük biter, bugün olmayacak dualarla kardeşlik bağı kurmaya çalıştığınız ötekilerden fayda görmeyince, türlü parçalara ayırdığınız, ayrıştığınız inanç evleriniz de geçmişte yaşanmış hüzünlü, kırık bir aşk hikayesine döner. Türküler dile gelse; „Ey sevgili bir gün bana yar demedin“ diye sitem eder… Dile duyulan sadakate ve millete duyulan sevdaya gelince; niyetler iyi olduğunda iyi işler de hayırlara vesile olur; yani „Çalab gönüle bakar“, yoksa Meryem‘ler Maria’ya Adem’ler Adam’lara karışır, Türkün adı kuşaktan kuşağa kaybolur gider.