Hayat bizlere ne kadar imkan sağlarsa sağlasın, yaşadığımız zor yıllar, bana geçmişe bir göz atmamız gerektiğini hatırlattı. Kendi hayatımdan da kesitler bulacağınız bu yazıda dünün çocuk yetiştirme sistemi ile günümüzdeki şartları karşılaştırmaya çalıştım.
Gelişime ne kadar direnirsek direnelim, artık dünün dünyasında yaşamıyoruz ve dünün çocuk yetiştirme yöntemiyle, bugünün çocuk yetiştirme şekli aynı değil; köprülerin altından çok sular aktı. Heraklit’in deyişiyle „Aynı çayda iki kere yıkanılmıyor“ artık. Bununla birlikte geçmişten öğreneceğimiz ve bugüne aktardığımız çok şey olduğunu da bir kenara not etmekten geri durmuyorum.
Yazar Dilek Cesur’un benzetmeyisle; „Çocuklarınız artık dünün sokaklarında büyümüyor.“ İnsan ilişkilerine baktığımızda hayatımızda da dünün insanları yok. Dün sokakta oyun oynayan çocuk kaybolduğunda iki üç sokak ötede biri görür; tanıdığı için de kulağından tuttuğu gibi tutup evine getirirdi. O zamanlar herkes birbirini tanırdı. Bugün ise çocuklarımız teknolojinin sunduğu sınır tanımayan imkanlar sayesinde sanal alemde engelsiz bir hayatın tutsağı olmuş durumda. Orada kaybolduklarında, onları içinde bulunduğu belirsiz alemde tanıyıp, kulaklarından tutup eve getirmek pek kolay olmasa gerek. Çocuklarımızı maruz kaldıkları tehlikelerden korumak, koruyabilmek için bizlerin de anne baba olarak içinde yaşadığımız çağın şartlarına göre kendimizi geliştirmemiz gerekiyor. Bunun için de kendimize zaman ayırıp, okuyup araştırmak zorundayız.
Yaşadığımız, kendimize yurt edindiğimiz uzak diyarlarda kendimizi, dilimizi, kültürümüzü, kimliğimizi korumaya çalışırken, geçmişin kalıp yargılarına tutsak olmamak için, kendimizi, bilgilerimizi güncellemek zorundayız. Yaşadığımız sosyal çevrede aklımıza, yüreğimize hitap eden bilgileri süzüp, hayatımıza aktarmamız ve yaşam biçimine dönüştürmemiz gerekir. Böylece yeni hayatlarımızı ne kendimize ne çocuklarımıza ne de etrafımıza zehir ederiz. Hayatı paylaşmak, yaşadığımız çevrede nereden gelip nereye gittiğini unutmayan, ama çağın en gerekli donanımı olan „bilgi“ edinmeyi de ihmal etmeden yaşamamız gerekir.
Yaşadığımız çevrenin dini, sosyal ve kültürel farklılıkları içinde kendi kimliğimiz ve kültürümüzle eriyip gitme kaygıları ağır bastığında, bize aklımız, vicdanımız yol göstersin. Hayattaki yol göstericilerimiz hısım akraba, konu komşu, Ahmet Bey, Fatma Hanım değil, bilim ve bilimsel gerçekler olsun. Bir komşuya uyan hayat tarzı bir başkasına uymayabilir. İçinde bulunulan şartlar, Türkiye’den yıllar önce getirilen bilginin veya güncelliği kalmamış yaşam tarzlarının biri ötekinden farklı olabilir. Bu nedenle kendimizi öteki olarak gördüklerimizin yaşam biçimine uymaya zorlamak yerine, kendi şartlarımızın elverdiği sınırlılıklar içinde değerlendirelim. Aile ve bireysel farklılıklarımızı unutmayalım ve her birimizin kendi fıtratından kaynaklanan farklara saygı gösterelim. Her bir yaratılanı olduğu gibi kabul ederek, kendi doğrularımıza uymaları için zorlamayalım.
Hayatta elbette belli ideallerimiz, hayallerimiz olsun ve bunları hayata geçirmek için de elimizden gelen çabayı gösterelim. Bununla birlikte ne kendimizi ne de kendimizden sonraki kuşakları, çocuklarımızı bir proje gibi görelim. Gerçekleştirmeye çalıştığınız projenin amaçları ile çocuklarımızın hayalleri, idealleri farklı olabilir. Siz çocuğunuz için parlak bir gelecek hayali kurarken, örneğin toplum içinde göz önünde olan bir mesleği seçip o alanda kariyer yapmasını isterken, çocuğunuz daha mütevazı bir alana yönelip, kendi halinde, ama kendisi muhtaç olana muhtaç olmayacak, el açmayacak kadar geliri olan, kendi yağı ile kavrulup giden, mes’ut bahtiyar yaşayan bir meslek de seçebilir. Bu sizin veya çocuğunuzun hayatının karardığı anlamına gelmemeli. Hayat insana beklediğinden, planladığından çok daha başka kapılar açabilir. Gün gelir olmadığı için çok üzülüp, kederlendiğiniz bir şey için vakit tamam olduğunda şükürler edip, „İyi ki olmamış!“ dediğiniz bir hal alır… Bu nedenle, çocuklarımızı her şartta sevgi, şevkatla bağrımıza basmaya çalışmalı, ona dışarıdaki açık denizin kuvvetli fırtınasında sığınacağı, huzur bulacağı bir barınağa, yani evine yuvasına gelmek için can atacağı bir atmosferi oluşturmaya gayret edelim. Eşimizin, çocuklarımızın kendini güvende hissedebileceği kişiler arası bir bağın oluşturulduğu barınağın oluşturulması, şu veya bu işte kazanılan başarı, şan veya şöhretten daha önemlidir.
Çocuklarımızın başarısını onların sahip oldukları akademik becerilerde arama alışkanlığını bırakalım. Başarıyı yeniden tanımlayalım. Çocuğumuzun özel hayatında mutlu bir yuva kurabilmesi; toplumsal ve sosyal hayatta iyi ilişkiler kurabilmesi; başkasının hakkına saygı göstermesi, kul hakkına girmeden rızkını kazanabilmesini başarı olarak görelim. Her ana baba gelişimini önceler; yemez yedirir; giymez giydirir. Eninde sonunda eli ekmek tutsun, toplumda saygı gören bir işin başına geçsin ister. Diyar-ı gurbette, yahut yurt edinilen yeni vatanda, zaten öteki veya yabancı biri olarak dezavantajlı bir şekilde yetişen, ailesi ve geçmişiyle duygusal bağı kopuk, bir takım eksikliklerle büyüyen çocuklarımızı destekleyerek, kendine yetebilen bireyler olarak yetiştirebilmek anne baba olmanın en belirgin başarı ölçüsü olarak değerlendirilmelidir.
İnsanoğlu hayatın türlü gaileleri içinde kendi iç dünyasındaki sessizliğin yahut çığlığın kah kulakları tırmalayan kah yürekleri kanatan ağırlığı altında ezilebilir. Bu olumsuzlukların yarattığı duygu durum bozukluklarıyla da karşılaşabilir ve en nihayetinde başarı olarak adlandırılan pek çok tanımın uzağında kalıp başarısız olarak da etiketlendirilebilir. Halbuki hayatta karşılaşılan olumsuzluklar, ömür denen uzun yolda karşılaşılan, her birinden ders veya dersler çıkarılması gereken birer yol kazasıdır; bunlara takılıp kalmamak gerekir. Önemli olan insanın gelecekte kendini nerede görmek istediği ve oraya giderken çıktığı yolda öngördüğü hedefe ulaşırken nasıl ve nice zorlukları hangi bedelleri ödeyerek yendiğidir. „Kurt kışı geçirir ama yediği ayazı unutmaz“ misalinde olduğu gibi, önemli olan kişinin nereden geldiğini unutmadan, geleceğe bakmasıdır.
Çocuklarımız vakit kemale erip, belli bir yaşa geldiğinde ne iş yaparsa yapsın, insanın ve karıncanın hukukunu gözeten, kendi kendine yetebilen bireyler olmalıdır. Bunu önceleyelim. Unutmayalım ki her çocuk diğerinden farklıdır. Tıpkı her doktorun yazdığı reçetedeki her bir ilacın bir başka hastaya iyi gelmeyeceği gibi eğitimcilerin verdiği reçeteler de her çocuğa uymayabilir. Burada ana baba olmak ve „El alem ne der!“ kaygısından sıyrılarak, her bir çocuğu fıtratına göre ayrı bir birey olarak görmek, onun kişisel gelişimini gözlemlemek, karakter tahlillerini doğru yapmak ve kendi hayellerinizi değil de çocuğunuzun beklentilerini, hayallerini, hedeflerini desteklemeye çalışmak, tutum ve tavırlarınızı buna göre belirlemek gerekir.
Direksiyondaki sürücünün başkasının yönlendirmesi ile araç kullanamayacağını bildiğimiz gibi her bir anne ve babanın da kendi çocuğuna yönelik görev ve sorumlulukları olduğunu unutmadan, başkasının sürdüğü aracı yönlendirmeye veya başkasının oturduğu direksiyona müdahale etmeye yeltenen ötekilerin görüş ve önerilerine itibar etmemelidir. Toplumda „Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için“ anlayışı, bu anlamda müdahil olmayı gerektirmez. Zira „Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder“ sözü de bizim kültürümüzün bir parçasıdır. Yardım almak gerektiğinde işin ehline, uzmanına başvurmak daha iyidir. Bu anlamda anne baba olmanın hiç de kolay bir görev olmadığını görüyoruz.
Yaşadıkça hayatın kıymetini bilip, her günümüze şükürler edelim. Aile içinde anne baba olarak ilk önceliğimiz, birbirinizi sevmemiz ve değer vermemiz olmalıdır. Birbirini sevmeyen insanların bir araya geldiği, sevgi ortamının oluşmadığı sosyal çevrede büyüyen çocukların da beden olarak değil ama ruhen sağlıklı olması beklenemez, aksine çocuklar yaş aldıkça çocuklukta yaşadığı travmalarla, bilinç altına yerleşmiş olaylarla bağ kurup, anlamlandırır. Bazen bir durumla karşılaşır, içimizi nedensiz bir sıkıntı kaplar; bazen de bir şarkı dinler mutlu oluruz. Bunlar hep geçmişin üzerimizde bıraktığı izlerin dışa vurumudur. Ne yaparsak yapalım, geçmişin izlerini silmemiz mümkün değil. Hayatımızın son demlerinde sevgiyle, şevkatle, merhametle elimizden tutanın canımızdan çok sevdiğimiz evladımız olmasını istiyorsak; çocuklarımıza sahip çıkmamız gerekir. Gelecek diye beklediğimiz günler geldiğinde, yeterince kıymetini bilemediğiniz değerlerimizin elimizden kuş olup uçtuğunu görmek o an yaşadığımız acıları telafi etmez. İçinizdeki duygularınız her dem taze, sevginiz sebil olsun.