Zehirli Mantar
Bir süredir insana ve hayata dair konuları yazıyorum. Aslında nereye baksam insanı, hangi konuya el atsam yaratılanı görüyorum. Bu yazıda da anlatıcının gözünden hayata ve insana dair yaşanmasa anlatılamayacak gibi görünen hayatlardan alınan kesitler okuyacaksınız.
Bilirsiniz; “Ağaç yaşken eğilir” atasözü kulak ardı ettiğimiz muhteşem bir sözdür. Küçükken edinilen alışkanlıkların kalıcı olduğu, bu nedenle eğitime erken başlanması gerektiği filan anlatılır. Bu sözü biraz hayatın içinden örneklerle anlatayım. Hani “Hayatımda en mutlu olduğum günler diye saymaya başlasam, çocukluğuma giderim” derler ya, o misal. Okul öncesi dönemde annem nereye gitse, ben de peşinden ayrılmıyor; gölge gibi takip ediyordum. Annem ağıla mı gitti, peşinden gider oğlaklarla uğraşırdım. Yaylaya mı gidilecek, ben ondan önce yola koyulur, yaylaysa yaylaya, tarlaysa tarlaya, bağa bostana, hâsılı kelam oradan oraya koşuşturur dururdum. Peşini bırakmamacasına. Bazı günler, bana görünmeden evden uzaklaşsa, adeta dünyayı ayağa kaldırırdım. Neden beni bırakıp gittiğinin hesabını sormaya çalışırdım. Hal böyle olunca kızaran domatesleri toplamaya beraber gider, dere kenarındaki Yoncalık’ta birlikte mantar toplardık. Çocuk aklımla, ben önüme gelen domatesi koparıp sepete atarken, o yeşil olanları güneşte de kızarır diye ses etmiyor, benim çocuksu hallerime gülüp geçiyordu. Mantar toplamaya gitmişsek; önüme gelen mantarı koparıp sepete attığımda ufak, ama tatlı sert uyarıyı alıyordum. Annem bana dönüp her mantar yenmez, bu zehirler; şunun sotesi, bunun çorbası olur diye mantara ilişkin bildiklerini tecrübelerini anlatır, yol gösterirdi. Bugünlerde biz buna modern dilde kültürleme veya kültürel aktarma adını veriyoruz. Eskiden hayatın içinden edinilmiş bilgi, görgü ve deneyimler bir sonraki kuşağa böyle aktarılıyordu. İçinde gizli aşikar mesajlar verilerek.
İnsan ilişkilerinde de bu böyle. Domates güneşte kızarsın derken sabrı öğretiyor, mantar zehirler diye de her gördüğüne kapılma mesajı veriyordu, kim bilir. Mantar deyince; mantar ile insan ilişkileri arasında ilginç bir benzetme yapılıyor, bugünlerde. Sosyal medya paylaşımlarında “Dostluk mantar yemeği gibidir. Zehirli veya zehirsiz olup olmadığı ancak yendikten sonra belli olur” diyorlar. İnsan yaş alıp, hayatın değişik evrelerinde beşeri ilişkiler kurmaya başlayınca, bu sözün ne denli isabetli olduğunu da bizzat deneyimliyor.
Memleketten çıkıp yeni bir çevreye girince, yani insan evladı gölgeden güneşe çıkıp kendi gölgesini oluşturmaya başlayınca, alışılmışın dışında yeni yaşam deneyimleri edinmeye başlıyor. Örneğin üniversite birinci sınıfta okurken, Marmara Adasından gelmiş, ailesi balıkçılıkla geçimini sağlayan bir arkadaşımız vardı. Balıktan iyi anladığını söyler; babasıyla, amcasıyla balığa çıktığı günleri, ilginç anıları bizimle paylaşıyordu. O günlerde trakonya balığının denizlerimizdeki en sık görülen zehirli balık olduğunu, canlıların dış görünüşüne aldanılmaması gerektiğini, en tehlikeli deniz canlılarının en güzel görünenler olduğunu anlatırdı. Sahilde yürürken yahut sığ sularda debelenirken iğneli (kuyruklu) vatoza çok dikkat etmeliymişiz. İğnesinin ayağımıza batması halinde ölümle sonuçlanacak istenmeyen durumlar yaşanabilirmiş. Biz merakla dinledikçe, keyfi yerine gelir; folya, iskorpit, balon, rina, varsam ve daha bilumum zehirli balık türleri hakkında ansiklopedik bilgiler verirdi.
Bir süre sonra yaş kemale ermeye başlayıp hayatın renkleri, çiçekleri ilgi alanımıza girmeye başladığında etrafta olup bitene daha bir ilgi ve merakla yaklaşır; her bir objenin ne anlam ifade ettiğini merak eder olduk. Mevlana’dan “gülün dostunun diken”; Victor Hugo’dan “hayat çiçekse, aşkın çiçek balı” olduğunu öğrendik. Gül ile dikenin sohbetine tanıklık ettik, biri insanları mutlu ederken, diğeri acı çekmeden sevgiye ulaşılamayacağını anlatıyordu. Temiz duygularla Muzaffer Akgün’ü dinliyor; bağa bülbül dadanmasının sırrına ermeye çalışıyorduk.
Zaman akıp geçtikçe “kirli çevrenin insanın ruhunu da kirlettiğini” deneyimledik. Öğrenci olaylarının, askeri müdahalelerin yaşandığı dönemlerde Pablo Neruda’nın “Tüm çiçekleri koparabilirsiniz, ama baharın gelmesine engel olamazsınız” sözünden kendi payımıza dersler çıkarmaya baktık. Saygıda asaleti, sevgide şevkati, hoşgörüde hürmeti, susmakta hikmeti, dostlukta minneti, aşkta sadakati gördük. Gönül kırıklıklarını Dario Moreno veya Juanito’nun şarkıları onarmaya çalıştık. Birinin bizi bulup biz ettiği, birilerinin de bizi bizden edeceği yanılsamasına karşı, devreye giren büyüklerden “Çöplükte yetişen gülden sakının; değer vermeyin” tavsiyesi aldık, olumsuz şartlarda yetişen çiçeklerden uzak durulması gerektiğini anladık. Derken, Cemal Süreyya’dan aşk, sevdanın engel tanımadığını öğrendik. Âşık Veysel’den de “Yüzü güzele kırk günde doyulacağını, huyu güzele kırk yılda doyulamayacağını”, varsa yoksa dış görüntü, yüz güzelliği, fizik diyenlere zamanın yüz güzelliğini tüketirken gönül güzelliğini artıracağı dersini aldık.
Hayatta sevenin hoşuna, çekemeyenin zoruna gitse de söylenenin aksine zamanın ilaç olmadığını, doğumu bir damla su, ölümü bir avuç toprak olan insanın ne kadar unutkan olduğunu; aşıkken, karşısındakinin kusurlarını ve zaaflarını göremediğini öğrendik. Kimi zaman da üzüldüklerimizde hayır vardır deyip, Rabbim kimsenin karşısına eş diye nasip etmediğini aşk diye çıkarmasın diye şükürler ettik. Geleneklerimizi yaşatacak, kültürümüzü sonraki kuşaklara aktaracak ama her şeyden önemlisi sevgi ile ayakta kalacak, sadakatle korunacak; adına da aile denecek kurumu aradık. Atalarımızın “Asil azmaz, bal kokmaz; kokarsa yağ kokar, onun da aslı ayrandır” tavsiyesi ile de gençlik heyecanı içinde yaşanan kimi ciddiyetsiz şartlardan, ciddî sonuçlar alınamayacağını, dikkatli olunması gerektiği dersini çıkardık.
Sonuçta hayatta bizi önce sınayıp sonra not veren öğretmenimizin deneyim olduğunu, onun da Joseph Roux’nun ifadesi ile “kazanılan bilgiden çok, kaybedilen beklentilerden oluştuğunu” gördük. Sadece malumat olmayan bilginin ise Albert Einstein’ın deyişi ile “deneyimlerle kazanıldığını, bilmenin yolunun deneyimlemekten geçtiğini” insanın nihayetinde “yanarak kul olduğunu” öğrendik. Bunun adına da hayat dedik. Öyle.