YAZARLAR

Diken Batar Diye

Bugüne kadar yazdıklarım aslında içinde bulunduğum bir ruh halinin tasviriyle birlikte etrafıma ışık tutmak, her biri bir farkındalık oluşturma amacına yönelikti. Bu ruh halimin gazetelerde okuyucular ile paylaşılması; yaşadıklarımın, hissettiklerimin hayatta ne işe yarayacağını gösterebilen birer örnek olması açısından önemliydi benim için. Hayattan edindiğim deneyimleri aktarırken, yazdıklarımı bilimsel olarak da temellendirmeye çalışıyorum. Çocuklarımıza Türkçe öğretelim; onları eğitim öğretim süreçlerinde yalnız bırakmayalım derken; ailenize sahip çıkın derken hep orta ve uzun vadede bizleri bekleyen toplumsal ve sosyal sorunlara dikkat çekmeye çalışıyorum… Sadece bu gazetenin sayfalarından paylaştıklarım, birkaç kitap dolusu sessiz çığlığa dönüştü sanki.

Bütün yazılarımda farklı inançlardan, farklı entelektüel uğraş alanlarından gelen, birbirinden farklı kültürel çevrelerde yaşayan insanların geçmişten günümüze kadar getirdiği, geleceğe taşımaya gayret ettiği, kaybolup gitmeye yüz tutan kültürel değerleriyle, somut olmayan kültürel mirasımızla ilgili konulara sahip çıkmaya, ihtiyaç sahiplerine yol ve hedef göstermeye çalıştım. Her bir yazıyla adeta bir ‚toplum gönüllüsü‘ rolü üstlendim.

Bu yazıyla gündeme getirdiğim konulardan bazılarınız rahatsızlık duysa da vicdanımın sesini sizinle paylaşmak istedim. Okuduklarınızın her hangi bir polemiğin, tartışmanın içine girmeden, hüsnüniyetle değerlendirilmesini diliyorum.

Biliyorsunuz Ramazan ayını idrak ediyoruz. Bu yazı yayımlandığında nasip kısmet olursa Bayram günlerini de yaşayacağımızı umuyorum. Herkes kendince dini hassasiyetlere sahip ve buna göre bir yaşam sürüyor. Kimse kimsenin namazının, orucunun, niyazının hesabında değil. Bu defa oruçlu bir günün hikayesini ve yaşadıklarımı, gördüklerimi, etraftan dinlediklerimi ve nihayetinde vicdanımın çağrıştırdıklarını paylaşıyorum.

Her gün sahura kalkıyoruz, yahut kalkmamız öneriliyor. Bundan maksat; insanların iyiliğe, doğruluğa, paylaşmaya niyet etmesi, nefsine dur diyecek iradeyi geliştirmesidir. İnsanlar bu niyetle sahura kalkınca, sabah namazını da imsak vaktinde kılmaya başladı; artık kimse orucun olması gereğinden daha uzun veya daha kısa tutulduğunu tartışmaya gerek duymuyor. Bu konular yeterince tartışıldı, bir sonuç alınamadı. Diyanet imsak vaktiyle birlikte yeme içmenin kesileceğini, ezanın okunup namazın kılınabileceğini duyurdu. Dolayısı ile siyah iple beyaz ipin birbirinden ayrıldığı seher vaktini beklemek, o vakte kadar yiyip içmek birer nostaljiye dönüştü.

İstiklal Marşımızda geçen „Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli.“ dizeleri dini duygularımızın kültürümüzle ne denli iç içe olduğunu gösteriyor. Öyle ki eskiler günde beş vakit okunan ezanın her birinin farklı makamlarda okunduğunu anlatır, her bir vaktin insanın gün içindeki haleti ruhiyesine ne şekilde temayüz ettiğini söylerlerdi. Anlatılanlara göre; sabah saba, öğle uşşak, ikindi rast, akşam segah yatzı hicaz makamanında okunurmuş. Ezan okuyacak olanlarda da „musiki ilmine vakıf, makam ve terennümlerde mahir ve güzel sesli olması“ şartı aranırmış. Günümüzde bu şartları taşıyanların yeterli olmadığı ve yer yer merkezi ezan uygulaması yapıldığı görülüyor. Merkezi uygulama olmayan yerlerde ise ‚ezanı okuyana da dinleyene de Allah sabırlar versin‘ denecek durumlar yaşanabiliyor. Okunan ezanlarda her türlü musiki dışı süslemeleri, ses kaymalarını duymak; adeta her bir icrada yeni bir ezan formu işitmek mümkün. Yahya Kemal‘in „Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın / Galib et, çünkü bu son ordusudur İslam’ın.“ dizeleri örneğinde ezan ile zafer arasında kurulan manevi bağın bu yorumlarda aranması, nafile bir çabaya dönüşüyor sanki.

Türklerin Anadolu Selçuklularının, Anadolu Beyliklerinin ve Osmanlıların geliştirdiği 1800’ün üzerindeki makama sahip sanat musikisinin 500’ün üzerinde kaydının olduğu, kaynaklarda bunlardan günümüze ulaşanlardan 40-50’sinin revaçta olduğu belirtiliyor. Türk Sanat Musikisinin bin yılı aşan tarihi Farabi’ye kadar götürülmekte, İbn-i Sina’nın „Şifa“ adlı eserinde ise musikinin ruhsal enerji boyutu ve hastalıklardan tedavisinde kullanımı kapsamlı bir şekilde anlatılmaktadır. Müziğin insan ve bitkiler üzerindeki olumlu olumsuz etkileri bilimsel olarak da kanıtlanmışken, Türk insanının duymaya alışık olmadığı tınılarda, Arap aksanıyla ezan okunması vatandaşın üzerinde manevi duyguları uyandırmaya yetmiyor. Toplumlar gelenekleri ve kültürleri ile yaşar. Türkler İslam dinini içselleştirmiş, asırlar boyu bu dinin bayraktarlığını yapmışlar; Arap kültürünün esiri veya muhibi olmamışlardır. Günümüzdeki özentinin Türk kültürüne uymadığı, bünyeye uymayan bu akımın uzun vadede kabul görmeyeceği aşikardır.

Temelinde Allah’ı çokça anarak teslimiyetin dışa vurulduğu bir arınma biçimi olan namazın camilerde cemaatle eda edilmesi zamanla yapılan bir yarış halini almış durumda. Teravih namazının her gün kılınıp kılınmayacağı, kaç rekat kılınması gerektiği tartışılmaya devam ediledursun; geleneklerimize göre Enderun usulü olarak tabir edilen teravih namazında Kur’an hicaz, segah, isfahan, uşşak ve acemaşiran makamlarında tilavet edilirmiş. Bize, kültürümüze özgü olan bu makamlar sayesinde namaza geç gelen kimse, namazın kılındığı makamdan hocanın kaçıncı rekatı kıldırdığını anlayabilirmiş. Bu geleneği yaşatan camilerimiz, din görevlilerimiz olmakla birlikte, kimi camilerde eğilip doğrulmaktan hocanın ne okuduğunu anlamanın, okunanı takip etmenin imkanı kalmıyor. Hele namazda Fatiha’dan sonra okunan zamm-ı surelerin seçilmesi, bir ayetin ikiye bölünüp, tek bir cümleyle birkaç rekatın jet hızıyla kıldırılması cemaati camiden, namazdan, dinden-imandan uzaklaştırıyor. Oysa seçilen ayetler rahmet ve tesbihat ayetleri olsa, insanın huşu içinde ibadet etmesi sağlansa, namaz aralarında Buhurizade Mustafa Itri Efendi’nin eserleri gibi kültürümüze, hayatımıza nüfuz etmiş bestelerin yerine, dini motifli arabesk türküler söylenmese. Ramazan-ı Şerif’e ulaşılmaktan duyulan mutluluğun terennüm edildiği ilahiler okunsa, son günlerde Allah’tan rahmet ve merhamet niyaz edilen ilahilere geçilse; namaz zikirler eşliğinde kılınsa… Yaşlı, hasta insanların tere karıştığı, camiye de cemaate de söylenip saydırdığı bir akşam cimnastiği yerine, cemaatin camiye gelmeye teşvik edildiği ve camiye gelenlerin huzura erdiği, huşu ile yapılan bir ibadet halini korusa… O vakit namaz, teslimiyetle birlikte bir arınma biçimine dönüşür.

Televizyonlara bakıyoruz. Hemen her kanalda yayımlanan sahur ve iftar programlarında bilimsel temelden yoksun geçmişe duyulan kuru, yavan bir özlem var. Katılımcılar duygudan yoksun, yahut kendilerini ifade etmekte yetersiz, programlar dini içerikli musiki nakaratları ile karışık bir havada devam edip gidiyor. Bu programlarda nostalji yapmak yerine günümüzün ihtiyaçları üzerinde durulsa, gençlere dini İslam anlatılsa. Ramazan ayları birilerini maddi açıdan gönendirme ayı olmaktan çıkarılsa. Gel, gör ki akla zarar düşüncelerin, değerlendirmelerin sonu gelmiyor.

Bazen din görevlilerinin de kendilerine çeki düzen vermesi gerektiğini, cemaate çağın gerisinden değil ötesinden hitap etmesi gerektiğini düşünüyorum. Din görevlilerinin ekseriyetinin kendilerini mesleki açıdan geliştirmeleri bir yana kişisel imaj açısından da yenilenmelerinde, toplumsal ve sosyal dönüşüme uyum göstermelerinde yarar olduğu kanaatindeyim. Herkesin sakal bırakma zorunluluğunun olmadığı gibi, sakal bırakmanın da sakal tıraşını bırakmak anlamına gelmediğinin, sakalın da sünnete uygun şekilde bakımının ihmal edilmemesi gerektiğini savunuyorum. Müslümanların, kanaat önderlerinin aşırıya kaçmadan Resulullah‘ın (SAV) „Allah nimetini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır“ tavsiyesini göz önünde bulundurması gerekir. Cemaatin de „Ey Ademoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin…„ (Araf, 7/31) buyruğuna uygun hareket etmeyi ilke edinmesi kim bilir ne hoş olur…

Müslümanlar “İşleri aralarındaki danışma ile yürür” (Şûrâ 42/38) denilmektedir. Oysa vatandaşın ihtiyacı ve görüşü sorulmaksızın, hemen her fırsatta bir gerekçe ile kendilerinden maddi yardım talep edilmesi, toplanan bağış ve yapılan harcamaların layüsel olması, vatandaşların zihninde istihfam yaratmaktadır. Belli bir stratejik planlamaya ve ihtiyaç analizine dayanmayan kimi plansız yatırımlar, Osmanlı Padişahının Anadolu’ya asker toplamaya çıktığında vatandaş Memet Ağa’nın verdiği cevabı hatırlatacak duruma gelmiştir.

Genç kuşağın giderek dinden uzaklaştığı gündeme getirilerek tehlikeye dikkat çekiliyor. Kültürel evrim insanın bir gerçeğidir ve unutulmamalıdır. Gençlerin dinden uzaklaşması, yukarıda kısmen özetlenmeye çalışılan ve kültürümüzün içinde yaratılan olumsuzluklardan, dini eğitimin yanlış yorumlanıp ehil olmayan kişilerin bireysel tasarruflarıyla karmaşık ve içinden çıkılması zor bir hal alması gibi bir dizi olgulardan kaynaklanmaktadır. Başta ilahiyatçılar olmak üzere, kendini din alanında her hangi bir şekilde sorumlu, yetkin vd. hisseden, irşad eden, yani insanları iman ve İslam’a davet eden herkesin, Ramazan ayının sonuna gelindiğinde, kaç kişiye dinini sevdirdiğinin, kaç kişinin kalplerini iman ateşi ile ısıttığının hesabını yaparken, kaç kişiyi dinden uzaklaştırıldığının hesabını da iyi yapması gerekir. Her türlü ayrılıklara çözüm bulunur da Allah yeter ki imandan ayırmasın.

„Diken batar diye gül mü toplamayalım“ diyen Arthur Schopenhauer (1788-1860) „Aşkı dayatma  çabası aşktan nefreti, dini dayatma çabası dinden nefreti doğurur“ diye de ilave etmiş, unutmayalım.

 

ähnliche Artikel

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert