Akleden Kalplere Söylüyorum
Ben yazılarımı içimden geldiği gibi, “akleden kalbe bir şeyler söylemek için” yazıyorum. Ne yazı üstadı ne de bilgi üstadı gibi bir savım var. Keşke yazdığım her satır, her bir kelime bir yaraya merhem olsa, bir ağrıyı dindirse; ama öyle olmuyor. Çoğu yazı gibi gazete sütunlarında, internet köşelerinde kaybolup gidiyor.
Bu sefer de geçmişte olduğu gibi insan öyküleri anlatmaya, okuduğum kimi özlü sözleri yaşanmışlıklardan çıkardığım derslerle harmanlayarak yazmaya çalışacağım. Yazdıklarımın gönlünüze, yüreğinize hitap etmesini arzu ederim. Öyle ki her bir kelime yüreğinize atılmış bir tohum olup yeşersin, çiçek açsın, meyve versin; unutulmaya yüz tutmuş duygularınızı, değerlerinizi geri getirsin.
Ozan Neşet Ertaş, “Kalpten kalbe bir yol vardır, görünmez/Rızasız bahçenin gülü derilmez” diyor. Bir işe gönül vermek gerekir, bir şeyler elde edebilmek için. Zorla güzellik olmaz.
Bu durum okurken de böyle, yazarken de… Kimi boş zamanını değerlendirmek için okur; kimi kitap okumak için kendine özel zaman ayırır. Oysa kitap boş zamanları doldurmak için bir araç değil, insanın zihinlerdeki bilgi eksikliğini ortadan kaldırmak için kullandığı ilaçtır. Hayatta bir amacı olanlar; kendine zaman ayırıp okuyanlardır ve dünya kandil ışığında sabahlayan insanların okumasının, yazmasının, bilgiyi üretmesinin hatırına dönmeye devam ediyor.
Bir yerlerde okurken not almışım. „Bir Doğulu olarak başladığımız hayata, başka bir vücuda göre biçilmiş elbiselerin orasını burasını düzelterek devam ediyor, olamayacağını anlayıp çıkarttığımızda bedenimizin hakiki haline alışamıyoruz.“ Düşündüm de gerçekten öyle. Bir Batılı olmak için hangi hayallere kapılmış, nelerden vaz geçmişiz.
Avrupa’ya gelmiş, yaşadığımız yeri yurt edinmişiz. Bu süreçte en Batılı görünenimiz, bir hevesle kendini gurbete atanlar bile alt olmuş. Hayata, çevreye uyayım derken, kendi kimliğiyle, kendini gurbete atan idealleriyle ters düşer olmuş. Daha doğrusu çok isteyip de ait olmak istediği çevre, onu her türlü özveri ve fedakârlığına rağmen içine almamış; bunun verdiği hayal kırıklığı ile dışarıda, sınırlarda yaşamak zorunda kalmış, kendi kimliğine yabancılaşmış, tarifi imkânsız acı ve üzüntüler yaşanmasına neden olmuş.
Oysa insanlar nelerden vazgeçmişler. Say tercihten, say mecburiyetten, bir şeylere duyulan tepkiden veya umutsuzluktan. Her neyse, her nerede ne yaşanmış ve gerekçesi nasıl yazılmışsa. Sonuçta gelmişler, buraları yurt edinmişler. Baskın, taşıyıcı kültürün temsilcileri yani kapı komşuları, ev sahipleri ki gelenler de kendilerini çoktan bu topraklara aitmiş gibi görmeye, taşıyıcı kültürün evrensel değerlerinin bir parçası gibi tanımlamaya başlamış yahut böyle bir yanılsamaya, avuntuya kapılmışsa da habire “Bize uyun!” dayatması ile karşı karşıya kalmışlar. Peki, bugün bir şeyler değişmiş mi?
Aynaya bakarken şöyle bir durup düşünmek lazım, karşı karşıya kalınan olumsuzlukların düzeltilmesi için de öğrenilen çaresizliğin dışına çıkmak veya öğretilen terminolojinin dışında yeni bir söylemin geliştirilmesine ihtiyaç olduğunu görmek lazım. „Dün dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni şeyler söylemek lazım!“ diyen Mevlana’ya nazire yaparcasına, dünü dünde bırakıp, gelecekte kendinizi nerede görmek istediğinize bakalım. Uyum veya göçmen kavramları bizim kültürümüze ait değil. Biz “vardığın yer körse sen de gözünü kapa” anlayışı ile gittiğimiz yere çoktan uymuşuz. Dilse dili, meslekse mesleği öğrenmişiz. Ama biz uymaya çalıştıkça, onların uzaklaştığını görüyor, öteki olmaya alışıyor, çaresizliğin dayanılmaz ağırlığını hissediyorsunuz. Değerleri değeriniz, yaşamları yaşamınız olmaktan çıkıyor. Siz kendinizi bedeninizi tanıyamamışsanız, ötekinin elbisesinin içine sığmaya çabaladıkça batıyorsunuz, dikişler atıyor, bir beden büyüğü yok mu diye sessiz, derin çığlıklar atıyorsunuz. Karşıdan “İlle de bize uyacaksın!” nidaları yükselirken, sizin kırılmış, incinmiş olduğunuzun farkına varmıyor, umurlarına almıyorlar. Her seferinde kendinizi sil baştan anlatmaya çalışırken yoruluyor, çaresiz kalıyorsunuz. Hem kırılan, incitilen, hem de kendini anlatmaya, yaralarını sarmaya çalışan “uyumsuz” siz oluyorsunuz. Siz; siz olmaktan çıktığınızda Batılıların kavramları ve değerleri ile düşünen ama kendisi ile sürekli bir iç hesaplaşma yaşayan Doğulular oluyorsunuz. Terimler Batılılardan ödünçlendiği için bunlarla Doğulular gibi düşünemiyor, kendi değerlerinizi ödünçlenen hayatlarda bulamıyorsunuz. Oysa durum gayet basit, içinde bulunduğunuz durumlar onların terimleriyle açıklanabilecek kadar kolay değil. Çözüm sizde, çare sizsiniz. Bir de bunu görüp kendi giysilerinize bürünüp ayağa kalkabilseniz…
Paulo Coelho: „Açıklamalarla vaktini harcama; insanlar sadece duymak istediklerini duyarlar“
Ayağa kalkmak için gereken zaman dilimi içinde sabırla imtihan olmak, yanarak pişmek lazım geldiğini bir kere daha anlıyor insan. Zamanla kısa süreli sabrın, uzun süreli pişmanlıklardan koruduğunu deneyimliyor. Mevlana’nın dediği „Sen kendine değer ver ve gönlünü olgunlaştır; çünkü sen bedeninle değil, ruhunla insansın“ sözüne geri geliyor. „Çaresizlik tuzağına düşme. Her zaman bir umut ışığı olduğunu aklından çıkarma.“ diyen inanç temeline geri dönüyor. Daha doğrusu dönebilenler kazanıyor.
Mevlana: „Sen kendine değer ver ve gönlünü olgunlaştır; çünkü sen bedeninle değil, ruhunla insansın“
Lev Tolstoy’un deyişi ile „Umduğumuz gibi olsaydı hayat, sandığımız gibi yaşardık. Bulduklarımızla yetinseydik, kaybettiklerimize ağlamazdık.“ O nedenle içinde bulunduğun döngüyü kırmak için bekleme, kendini anlatmaya çalışarak beyhude vakit kaybedip oyalanma. Paulo Coelho’nun dediği gibi „Açıklamalarla vaktini harcama; insanlar sadece duymak istediklerini duyarlar“. Hayat sizi bir tesadüf ile buraya getirdiyse, bir neden ile de onların karşısına çıkarmıştır. Neşet Ertaş’ın deyimiyle „Yalandan yüzüme gülen dünyada“ siz inadına gülün, güçlü olun. Gönül köprüleri kurmaktan geri durmayın. „Sen beni gülünce mutlu mu sandın?“ diye karamsarlığa kapılmadan, içinde yaşadığınız sanal gerçek iç içe geçmiş dünyaya uymaya, hayatın gerçeklerine göre kişisel gelişiminizi sağlamaya bakın, eğitiminizi ihmal etmeyin. Atatürk’ün dediği gibi; “Eğitime gerektiği önemi vermeyen, ilim ve irfan sahibi nesiller yetiştirmeyen milletler, medeniyet yarışında geri kalmaya ve diğer milletlerin vesayeti altında yaşamaya mahkûmdur. Milletimizin amacı, milletimizin ülküsü bütün cihanda tam anlamıyla uygar bir toplum olmaktır.” Dolayısı ile bir emlak yatırımını çocuklarınızın eğitimine tercih etmeyin. İyiliğin ve eğitimin insanın ruhunu kanatlandıracağını, geleceğini kurtaracağını unutmayın.
Bir emlak yatırımını çocuklarınızın eğitimine tercih etmeyin. İyiliğin ve eğitimin insanın ruhunu kanatlandıracağını, geleceğini kurtaracağını unutmayın…
Batılının elbisesine sığmayan Doğululardan biri olan Halil Cibran’ın; „Nezaketi zayıflığın bir parçası, hoşgörüyü korkaklık, yücelmeyi böbürlenme fırsatı kabul eden bu kalabalığın saygısızlığından“ yılmayın, usanmayın. Onlar sizin „iyi“ olmanızla yetinmeyip, bir de üstüne „salak“ olmanızı bekliyorsa, rahmetli Kemal Sunal’ı olmadı, Charlie Chaplin’i, Laurel ve Hardy’i hatırlayın, gülün. Sevmekten usanılmayacağı gibi, gülmekten de kimseye bir zarar gelmez. Gülmek; toplumsal bir jest olduğu kadar; hem bedene hem de ruha ilaçtır. Zaten bugünün kazanımlarını kısa günün kârı olarak görüp menfaatini gözeten Batılı, uzun günün sonunda sahip olduğu kültürel zenginliği değerlendirememiş olmanın pişmanlığı yaşayacak; lakin herkes payına düşeni alacaktır. Kendinizi çok yormadan çözümün bir kısmını zamana yayın ki biraz da onlar sizi anlamak için çırpınsın. İmkânların içinde imkânsızlığı, çarenin yerine, çaresizliği dayatmanın ağızlardaki kekremsi tadını duyumsayıp, dayattıkları gereksiz kavramların içini biraz da onlar doldurmaya çalışsınlar.
Artık yaşadığınız, vatan edindiğiniz bu topraklardan kopamayacağınıza göre, en gerçekçi çözüm yine sizde; sizin Anadolu’dan getirdiğiniz kadim kültürünüzde. Kim olduğunuzu, nereden gelip nereye gittiğinizi unutmadan, Yunus Emre’nin deyişiyle „Her nereye bakarsan kendi yüzündür, kimde ne görürsen, kendi özündür“ ilkesiyle insanları, sevmeye devam edin. Diğerkâm olun. Dün olduğu gibi yarın da hiçbir çıkar gözetmeden, yurt edindiğiniz toprakların menfaatlerini de gözetmeye bakın. Zor zamanlarda kuracağınız gönül köprüleri ile sizi öteki gibi görenlerin, gösterenlerin halleri ile hemhal olun. Sevmek mi sevilmek mi ikileminde kalırsanız, Fuzuli’nin tavsiyesine uyun. Sevin! „Çünkü sevildiğinden hiçbir zaman emin olamayan insan hiç olmazsa sevdiğini bilir“. Sevdiğinize sadık mısınız, değil mi? Varsın onlar düşünsün.
Yunus Emre: „Her nereye bakarsan kendi yüzündür, kimde ne görürsen, kendi özündür“
Nihayetinde hepimiz kökeninde nisyan (unutma) olan beşerleriz. İnsan olanlarımız azınlıkta olsa da insan olan sevenini yardan atmaya kıyamaz. Bazı şeyler için zaman şimdidir; öncesi erken, sonrası ise geçtir. Çarelerin tükendiği an çare anavatan Türkiye’dir. Onun sevdası göz pınarlarında yağmur, yüreğinde hasret, fikrinde sevda olup, boğazına düğüm olsa da mazlumun yüreğinde kanayan yaraya Türkiye merhem olur.