Kalben
Geçenlerde bir şarkı dinledim. “Cennetin sahibi karnı burnunda hamile, ama yer vermiyor otobüsteki hergele” diye bağırıyordu bir şarkıcı. Birden “N’oluyor?” diye şaşırdım; gençlerin moda deyişi ile “Oha!” oldum. Ardından internette baktım. Kalben diye bir şarkıcı varmış ve “Ben her zaman sana âşıktım” diye başlayan şarkıyı söylüyormuş. “Daha görmemiştim seni, hiç bilmiyorken eşsiz ismini” diye devam edip giden şarkı, beni de alıp eskilere götürdü. Kalben; şarkının devamında âşık olduğunu söylüyor, piyangonun 25 trilyon devrettiğinden dem vuruyor, düzeni eleştiriyor, isyan ediyordu. Derken Ömür Göksel’in 80’lerde biz daha ergenken söylediği, daha doğrusu bizim kuşağın dinlediği şarkılar aklıma düştü, mırıldanmaya başladım.
“Umurumda mı dünya sen varsın ya / Sigara bulmak çok güçmüş / Amerika Rusya’ya küsmüş / Bizim takım küme düşmüş / Umurumda mı dünya sen varsın ya”
Bizim takım küme düşmüş diye kahrolanlar, şampiyon olduk diye kıvananlar… Takımı küme düşenler de şampiyon olanlar da çok sevip ayrılanlar da hatta ve hatta Âşık Veysel gibi adını “aşk” koyanlar da bu hayatta nasibini alıyor. Devir mi değişti, biz mi değiştik, bilemiyorum. Lakin Şirazlı Sadi de yüzlerce yıl önce “bunlar adamı öldürüp üstüne kolumuz yoruldu diye ölenden kan diyeti isterler” diye şikâyet ettiğine göre, zaman değişse de anlayışlar değişmiyor demek ki…
O şarkı senin bu şarkı benim derken Anne Marie David’in kırık Türkçesi ile “Neşeli gençleriz biz çibidibidip çibidibidipdip, yaşamayı severiz, çibidibidip çibidibidipdip Bir pantolon bir gömlek çibidibidip çibidibidipdip,…” şeklinde kulaklara fısıldadığı gençlik şarkısı kulağımda çınladı. Birden kimi gençlerimizin çarşı pazarda, karşıma çıkan vurdumduymaz halleri, bir babalar gününde (Christi Himmelfahrt) tanık olduğum sahne gözümde canlandı.
Hadi, lafı uzatmadan, eveleyip gevelemeden söyleyeyim de sizin de sabrınızı zorlamayayım. Biliyorsunuz; içinde yaşadığımız salgın nedeniyle ibadethanelerde eski serbesti yok; insanlar hastalık riskine karşı tedbiri elden bırakmıyor; fiziki mesafeye dikkat ediyor. Bu durum camilerde de kiliselerde de aynı. Herkes tedirgin, kendine sağlıklı ortamlar oluşturmaya çalışıyor.
Bir grup Hristiyan, bir pastörün rehberliğinde açık havaya, parka çıkmışlar; kendi dinlerine göre ibadet etmeye hazırlanıyorlar. Bunları gören bir grup ergen, etraflarında toplanmış akla hayale gelmeyecek hareketler yapıyor. Kimi ibadet edenlerin dinine laf ediyor, kimi İslam’a davet ediyor, kimi de Kur’an-ı Kerim’den bir ayet okuyor. Hatta ezan okumaya yeltenenler bile dikkati çekiyor. Bu durumda kısa bir ara verip, nefes almak gerekiyor. Pastor gençlere bakıyor, Yunus Emre’den “İlim meclisinde aradım, kıldım talep; İlim geride kaldı, ille edep, ille edep” dercesine işine devam ediyor.
Her fırsatta eğitim diyoruz, demesine de eğitim sadece okulda olmuyor. Okulda yapılan ağırlıklı olarak öğretim. Eğitim; öyle bakkalda manavda para ile alınıp satılan bir ürün değil, insanın yaşantısı yoluyla, onda arzu edilen olumlu davranış değişikliğini kazandırma sürecidir. Yani zamana, belli bir süreye yayılması, özen gösterilmesi gerekiyor. Bu nedenle okullarda yapılan öğretimin yanı sıra hayat boyu öğrenme ve içinde yaşanan çevrenin kültürünü alma yani kültürlenme de önemli. Bu kültürlenme kendi kültürünü muhafaza ederken, ötekinin kültürünün farkının bilincine varma ve bu bilinçle karşıdakine saygılı olmadır. Karşıdakine saygı gösterirken de kendine saygı duyulmasını sağlama var. Bunlar aile içinde verilen eğitim ile de ilişkili durumlar. Kolayına anne baba olunmuyor. Aile olmanın, aile hayatının toplumsal hayatın mikro düzeydeki önemi tam da burada başlıyor. Çünkü çocukların kimliği ve kişiliği yaşadığı, toplumun rüşeymini oluşturan tohumun içinde şekil alıyor. Dolayısı ile her ailenin toplumun geleceğine karşı bir yükümlülüğü bu süreçlerde kendini belli ediyor. Nihayetinde çocuklar da ailenin verdiği eğitimle ve toplumun şekillendirmesine, yani adabı muaşeret kurallarına, önceki kuşaklardan alınıp gelecek kuşaklara devredilen ahlaki kurallara, kültürel normlara uyulmasına göre anlam kazanıyor. Onun dışındaki anlık davranışlar, sıra dışı ve rahatsız edici oluyor. O an kim bilir hangi düşünce ile eğlencenin dibine vuran gençlere yaptıklarının yakışık almadığını anlatmaya çalışmak nafile. Üstüne bir da laf yemek var. Ancak yarım yüzyılı aşan işgücü göçünün en sancı veren kelimesi “uyum” veya “uyumsuzluk” tam da bu noktada kendini ele veriyor. Bu durumda toplumun hassasiyetlerine saygı göstermek ne kendi kültüründen kopmayı gerektirir ne de baskın kültürün ögelerini kabul ederek, bütünün içinde erime, yani asimilasyon, anlamına gelir. Asıl asimilasyon kişinin kendini ve kimliğini hakir görerek adını değiştirmesi veya Türkçe adının önüne öteki kültürün kendi çocuklarına koyduğu bir adı, yok söylemesi kolay, yok şu, yok bu nedenle alma ve evinde öz be öz Türk çocuğu ile “Almanca konuşmayı öğrensin” düşüncesi ile anadilini konuşmaktan imtina etmekle başlıyor. Herkesin kendine gelmesi ancak bilinçli bir dönüşümün gerçekleşmesi ile mümkün olur. Bu bilinç dönüşümü de eğitimle mümkün olur, ötekinin adını alma veya bebeği ile ötekinin dilini konuşma bilinçsizliği ile değil.
Düşündüm de durumların sorumlusu da biziz, bizim geç kalmışlığımız, bizim vurdumduymazlığımız, bizim sorunları ve nedenlerini görmezden gelerek yaşanan olumsuzlukların nedeni yerine sonuçlarını ortadan kaldırmaya çalışmamız. Bir olumsuzluğu ortadan kaldırdığınızda, bir diğer olumsuzluğun karşınıza çıkması kuvvetle muhtemeldir velev ki sorunu, olumsuzluğu doğuran nedenlerin üzerine gidilip çözüm üretilmesin. Bu “biz” yani sorumlu sorumsuzların, çözüm üretme makamındakilerin, yeni kuşağa değerler eğitimini verememesi yaşanan olumsuzlukları doğuruyor. “Hala kim bu ‘biz’?” diyenlere şaşıyorum. Bu “biz” Türk ya da Alman veya amir ya da memur olmuş ne fark eder. Etrafınızda bir sürü sorumlu sorumsuzu gördüğünüzde, sorunun cevabını da anlarsınız.
Şarkıcı Kalben ile başladık devam edelim. Kalben; kelime anlamı olarak “gönülden, içten, yürekten” demekmiş. Bu işler biraz gönül, biraz yürek işi. Mevlana’nın “Ey insan! Kadere az bahane bul. Buğday ektin de arpa mı biçtin?” sözüyle kendimize gelelim de gençlere bir söz söylemenin bir anlamı olmayacağını anlayalım. “Gönül hissetmezse kulak duymuş neylesin? Kalp sevmedikçe el dokunmuş neylesin?”
İşte böyle biz dokunamadığınız hayatlardan adabı muaşeret bekliyoruz. Fuzuli’nin dediği gibi; “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.”