ORTAK DEĞERLERİMİZ
Sevgili okurlarım!
Yaz mevsimi sona ererken, yerini güz-hasat mevsimine bırakıyor yavaş yavaş. Okullar açılıyor, insanlar işlerine, alıştıkları düzene geri dönüyor. Çokta verimli geçmeyen son iki eğitim yılından sonra, sağlıklı ve verimli bir eğitim olmasını yürekten diliyorum.
Bu yaza ne yazık ki, yangınlar ve sel felaketleri damgasını vurdu. Çok kayıplar verdik; İnsanlar, ağaçlar, bitkiler ve hayvanlar canından oldu. Maddi hasarın haddi hesabı ise rakamlarla hesap edilmeyecek kadar çok. Çoğumuzun yaz aylarında memlekete gittiğini, kalanlarımızın da çalışarak veya dinlenerek geçirdiğini düşünüyorum.
Kimimiz gökleri yol edindik , kimimiz karayolunu tercih ettik, vatana ulaşmak için. Doğduğumuz yerler veya ana-babalarımızın doğup büyüdüğü yerlere gitmek, „sıla-i rahim yapmak“ hem ruhumuza iyi geldi, hem sevdiklerimizi görmek bizi rahatlattı. Kendi köklerimize dokunma fırsatı yakaladık. Bilgisayara, cep telefonuna, laptopa dokunmayan çok az çocuk vardır, ama kendi köklerine hiç dokunmamış yüzlerce evladımız vardır ki, nerdeyse asimile olmaya müsait. İnsan düşünmeden, üzülmeden edemiyor…
Çok garip; ne yaşadığımız topraklardan, kurduğumuz düzenden, ne de doğup büyüdüğümüz topraklardan vazgeçebiliyoruz. Kendimizi kolay kolay bir yere ait hissedemiyoruz. Bir Fransız atasözünde olduğu gibi; iki sandalye arasında oturmaya çalışıyor, yaşadığımız toplumda kendimize bir yer edinmeye, kültürler arası köprüler kurmaya gayret ediyoruz. Kısacası bir emanet bedene gizlenmiş ömür sermayesini, gurbet ellerde harcıyoruz.
Kimilerine göre yaz mevsimi ve Türkiye denince; gezmek, dinlenmek, yeni yerler keşfetmek akla gelse de, kimilerimiz için, aile, arkadaş, doğup büyüdüğü topraklar gelir akla. Tıpkı meyve çekirdekleri gibi, atıldığımız topraklarda kök salma gayretiyle, havanın, suyun, güneşin bize verdiği kadarıyla büyüyor, gelişiyor, o iklime ayak uyduruyor, bir şekilde yaşayıp gidiyoruz. Herşeyden er ya da geç etkilendiğimiz çok açık. Çok değil 20-30 yıl önce çok garip bulduğumuz, şaşırıp şiddetle reddettiğimiz şeyler, sıradanlaştı, hatta hayatımızın bir parçası haline geldi. Bunu ancak bu coğrafyadan çıkınca fark edebiliyoruz. Aynı dili konuştuğumuz halde, kendi vatanımızda kabul görmediğimiz durumlar veya anlamakta, anlaşılmakta güçlük çektiğimiz noktalar çıkıyor karşımıza. Biz bile, bizdeki değişimin farkında değiliz aslında, ta ki birileri hatırlatana kadar.
Bir yanda yeni bir hayat-düzen kurarken, bir yandan aile, eş, dost bağlarını koparmak zorunda kaldığımız, geri gelmeyecek olan yıllarımız „meçhule giden yolcular“ hikâyesini hatırlatır. Hikâye demişken, bizler kendi hikâyemizin kahramanı, bizden öncekiler de tarihin kahramanları olmuş. Kurulan her köyün ve şehrin bir hikâyesi var anlatıla gelen.
Anadolu çocuğu olan veya tarihle biraz ilgilenenler bilirler. Anadolu’ya “medeniyetin beşiği” denir. Binlerce yıl farklı toplumlara beşiklik etmiş bir coğrafya düşünün: İç Anadolu’dan çıkın yola, Doğu Anadolu’ya sonra, Güney Doğu’ya, ta Mezopotamya’ya (Fırat ve Dicle nehri arasında kalan bölge) kadar hangi taşı kaldırsanız, tarihin kalıntıları çıkar. Farklı etnik kökenli insanların bir arada yaşadığı buram buram tarih kokan topraklar. Babilliler, Asurlar, Akadlar, Bizanslılar, Selçuklular ve daha niceleri hüküm sürmüş bu diyarda. Nehirlerin dili olsa da konuşsa; Kızılırmak’tan Fırat’a oradan Dicle’ye kadar uzanan topraklarda kimler yaşamış, neler yaşanmış?
Dünya tarihini şekillendiren çok karmaşık olaylar buralarda gerçekleşmiş. Belki fizyolojik, belki sosyolojik gereklilikten, birlikte yaşama zorunluluğu doğmuş. Tarihin akışını savaşlar, göçler değiştirse de, bilinen o ki, kazanan taraf yön vermiş geleceğe. Ne krallıklar kurulmuş, hüküm sürmüş ve sonunda yıkılmaya mahkûm olmuş. Hiçbir krallık yeryüzünde sonsuza dek hüküm sürememiş. Birgün her biri farklı sebeplerden yerle yeksan olmuş. Anadolu’dan Rumeli’ye, Asya’dan Avrupa’ya kadar hüküm süren nice medeniyet kalıntılarını gizlenmiş muhtelif yerlere. Gün gelip Arkeologlar, tarihin derinliklerinde yatan gerçekleri gün yüzüne çıkarsın, insanlığa tekrar kazandırsınlar diye. Kim bilir insan elinin değdiği her karış toprak ne gizemli hikâyelere gebedir. Bunun bir de Milattan öncesi ve sonrası olduğunu düşünürsek, yazıyla kayıt altına alınmamış daha ne gizemli hikâyeler vardır o topraklarda. Kaleler, kuleler korunmak için, saraylar ihtişam ve zenginlik, daha da ötesi güç abidesi gibi çıkar karşınıza. Kulaktan kulağa anlatıla gelen efsanevi hikâyeler sayesinde, Anadolu mitolojisi günümüze ulaşmıştır.
Dünya üzerinde çok az yer vardır ki, bunlardan biri Mezopotamya’dır, 4000 yıllık kadim ve köklü bir medeniyet nesilden nesile ulaştırılmış. Tarih boyunca toplumlar birbirinden etkilenmiş, değişmiş ve yeni medeniyetler türemiş.
Doğu-Batı sentezi yansımış her şehre, yeniler eskileri tamamlar nitelikte, yepyeni bir kültür doğmuş küllerden, tıpkı zümrüt-ü anka misali. Şairlere şiir, ressamlara tablo malzemesi kıvamında bazen hazin, bazen neşeli türküler eşliğinde anlatılagelmiş bugüne kadar. Silik resimlerle duvarlara, taşlara kazınmış adeta tüm yaşananlar. Bir zamanların o kadim medeniyetlerden kalanlar sergilenir müzelerde, camlar ardında. Kaybolan, çalınan nice eserler vardır, dünyanın çeşitli müzelerinde sergilenir. Fırsatını bulanlar için, gittikleri her yerde “Tarihe bir yolculuk edin! Görmeden sakin gelmeyin!“ diye haykırmak geliyor içimden. Geleceğe ve geçmişe saygı duymak adına. Çünkü tarih bilgisi ortak değerlerimizin farkına varmamıza ve ayrımlara girmeden barış içinde bir dünya inşa etmemize katkı sağlar. Hepimizin de ortak arzusu bu değil midir?
Ortak değerlerimizin farkına varmanız ve bu bilinçle yaşamanız dileğiyle…