Savaş Cinayettir

Dini kaynaklara göre ilk cinayet Kabil’in kardeşi Habil’i kıskanması nedeniyle işlenmiştir. Bu kıskançlık cinayet işlemeye azmetme nedenidir. Bu olay, Kabil’in ilk katil, Habil’in ise ilk mazlum olarak tarihe geçmesine neden olmuştur. Zamanla savaşın boyutu genişlemiş, tanımları da zamanın ruhuna bağlı olarak tekrar tekrar tanımlanmıştır. Savaşın özünde değişmeyen olgu ise menfaat, çıkar çatışmasıdır.
Genellikle devletler, uluslar ya da gruplar arasındaki çıkar çatışmalarından kaynaklanan, organize ve sistematik bir şekilde yürütülen silahlı çatışmalara savaş adı verilmektedir. Savaş, insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. İnsanlar arasındaki çıkar çatışmaları, güç ve hakimiyet kazanma arzusu, etnik ve dini farklılıklar, ideolojik kutuplaşma, güvenlik endişeleri ve tehdit algısı, iç karışıklıklar ve meşruiyet arayışı gibi nedenler savaş için gerekçe oluşturmaktadır. Savaşlar; insanlık tarihinde büyük yıkımlar, acılar ve kalıcı izler bırakan etik, kültürel ve insani sorumlulukları da içeren önemli dönüm noktalarıdır.
Avrupa’nın tarihinde siyasi, sosyal ve ekonomik yapıyı derinden etkileyen, sadece siyasi sınırların değişmesini değil, uzun vadeli ideolojik dönüşümleri ve uluslararası hukuk kurallarının oluşturulmasında kritik rol oynayan kimi önemli savaşlar yaşanmıştır. Bu savaşların sonuçları ve etkileri aşağıda kısaca özetlenmiştir.
İngiltere ile Fransa arasında yapılan ve 110 milyondan fazla insanın öldüğü, 250 milyona yakın insanın sakat kaldığı, 120 milyondan fazla insanın yerinden yurdundan olduğu Yüzyıl Savaşları (1337-1453), modern ulus devlet anlayışının doğuşuna zemin hazırlarken, feodal yapının çözülmesine, İngiltere’de parlamenter yapının gelişmesine ve Fransa’da merkezi yönetimin, krallığın güç kazanmasına vesile olmuştur. Bugünkü merkezi yönetim modelinin gerisinde bu savaşın etkilerinin olduğundan söz etmek mümkündür.
Avrupa’da Katolik ve Protestan anlayışının şekillenmesi de Reformasyon veya Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) sürecinde olmuştur. Westfalya Anlaşması (1648) ile sona eren bu savaşların sonunda modern devlet ilkesinin temelleri atılırken, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu zayıflamış, Almanya’nın federal yapısının devamı sağlanmış, Fransa güç kazanmıştır. 4,5 ila 8 milyon arasında insanın hayatını kaybettiği bu savaşın sonunda insanlar “senin inancın sana, benim inancım bana” anlayışını benimsemiş; artık din savaşlarının yerini çıkar temelli siyasi çatışmalar almıştır.
Fransa ile Avrupalı müttefikleri karşı karşıya getiren ve 3,5 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği Napolyon Savaşları (1803-1815) ile birlikte Fransız Devrimi’nin “eşitlik, laiklik, hukuk devleti” ilkeleri Avrupa’ya yayılmış; feodal yapılar yıkılarak modern hukuk ve yönetim sistemleri oluşmaya başlamış, artık ulusalcılık ve liberalizm gibi ideolojiler kabul görmeye başlamıştır. Viyana Kongresi (1815) de Avrupa monarşilerinin yeniden yapılanmasına zemin hazırlamıştır.
İngiltere, Fransa, Sırbistan ve Rusya İmparatorluğu’nun oluşturduğu (daha sonra İtalya, Yunanistan, Portekiz, Romanya ve ABD’nin katıldığı) İtilaf Devletleri ile Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın oluşturduğu (daha sonra Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan’ın katıldığı) İttifak Devletleri arasında yapılan Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) Avrupa’da dört büyük imparatorluğun (Osmanlı, Avusturya-Macaristan, Almanya, Rusya) yıkılmasına, yeni devletler (Türkiye Cumhuriyeti, Polonya, Çekoslovakya, Yugoslavya, Baltık ülkeleri) kurulmasına zemin oluşturmuştur. Bu savaşın sonunda Almanya, Versailles Antlaşması ile ağır bir şekilde cezalandırılmıştır. Avrupa siyasi sınırlarının yeniden oluşturulmasına yol açan bu savaşta milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi (15 ila 22 milyon ölü, 23 milyon yaralı) bir yana, II. Dünya Savaşı’nın da zemini hazırlanmıştır. Bu savaşın sonunda Osmanlı Devleti’ne dayatılan ve sözde barış antlaşması olan Sevr ile Anadolu toprakları çeşitli Avrupalı devletler arasında paylaşılacaktı. Buna karşı çıkan milli direniş örgütleri (Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti) kuruldu. Bu milli direniş örgütleri Atatürk ve silah arkadaşlarının liderliğinde Kuvay-i Milliye adıyla güçlerini birleştirdi ve topyekün bir savunma hareketi olan Kurtuluş Savaşı başlatıldı. Yaklaşık üç sene sonra da 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi.
Alman diktatör Adolf Hitler, İtalyan diktatör Benito Mussolini ve Japonya İmparatoru Hirohito tarafından yönetilen ve sonradan Macaristan, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerin de katıldığı Mihver Devletleri ile Birleşik Krallık, Fransa, Sovyetler Birliği, ABD ve Çin Cumhuriyeti başta olmak üzere oluşturulan Müttefikler arasında yapılan İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) sırasında açlık, hastalık veya katliamlar nedeniyle 70 ila 80 milyon insan hayatını kaybetti. Avrupa’nın büyük bir kısmı yerle bir oldu. Milyonlarca insana soykırım (Holokost) uygulayan Nazi rejimi ve faşizm sona erdi. Almanya, Almanya Federal Cumhuriyeti (Batı Almanya) ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti (Doğu Almanya) olmak üzere ikiye bölündü. (Almanya’nın İsrail’e neredeyse sınırsız desteğinin nedenleri arasında tarihte yaşanmış acı deneyimlerin izlerini görmek mümkündür.) Birleşmiş Milletler kuruldu. Avrupa’da bugünkü Avrupa Birliği’nin kuruluş fikri olan Avrupa Entegrasyonu fikri doğdu. Avrupa’da Doğu Batı eksenli bir bölünme ve soğuk savaş dönemi başladı.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ekseninde oluşan bloklar ve bunların ortaya çıkardığı gerilimlerden dolayı ortaya çıkan Soğuk Savaş (1947-1991) döneminde Avrupa Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) ve Varşova Paktı olarak ikiye ayrıldı. Almanya’nın başkenti Berlin adeta Avrupa’nın bölünmüşlüğünün simgesi oldu ve bu bölünmüşlük 3 Ekim 1990’a kadar, kırk yıl ülkenin kültürel, siyasi ve askeri politikalarının da önemli bir propaganda aracı olarak kullanıldı. 1990’ların başında Sovyetler Birliği’ndeki siyasi ve ekonomik sistemin yeniden yapılandırılması sürecinde (Glasnost – açıklık ve Perestroyka – yeniden yapılanma) Doğu Avrupa ülkelerinde Sovyet etkisi de sona erdi. 1991’de Sovyetler Birliği dağıldı ve yeniden yapılanma sürecine girdi.
Sovyetlerin yeniden yapılandırılması ve Josip Broz Tito’nun ölümünden sonra Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin de dağılması ile Avrupa’da etno milliyetçilik krizleri ortaya çıktı. Ülkenin bölünmesi sürecinde Hırvatistan ve Bosna Savaşı esnasında Sırp Cumhuriyeti ordusunun Srebrenitsa kasabası ve çevresindeki silahsız sivillerin katliamı gibi uluslararası hukuk kurallarının işlemediği durumlar görüldü. NATO’nun doğrudan askeri müdahalesi, Avrupa’daki güvenlik tartışmalarını yeniden başlatmıştır.
Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş da 2022 yılından bu yana sürmektedir. Savaşın görünür nedenleri arasında Rusya’nın toprak ve güvenlik endişesi dikkati çekmektedir. Bunda Ukrayna’nın AB ve NATO üyeliği suretiyle Batı ile bütünleşme çabaları, Rusya’nın Ukrayna’yı tarihi ve kültürel bağlar nedeniyle kendi etki alanı içinde tutmak istemesi, Kırım’ın iki ülke arasında tartışmalı alan olarak görülmesi. Avrupalılar bu savaşta hem Ukrayna’nın egemenliğini savunmasına hem de savaşın sona erdirilmesine katkı amacı askeri yardım, mali destek, insani yardım ve diplomatik girişimlerle Ukrayna’yı destekliyor. Türkiye ise her iki ülke arasında barışçıl tutumuyla savaşın yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmaya, insanlığın yararına çözümler üretmeye çalışmaktadır.
7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze Şeridi ve Güney İsrail’de kuvvetli bir silahlı çatışma, orantısız güç kullanımı devam etmektedir. Köklü ve karmaşık bir tarihsel ve politik soruna dayanan İsrail Filistin savaşında gelinen nokta II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir soykırım boyutuna ulaşmış durumdadır. Bu savaşta hayatını kaybeden çocuk ve sivillerin sayısı 55 bini aşmıştır (AA, 15.06.2025). Gazze’de “demokrasi” ve “insan hakları” konusunda çifte standart uygulandığı, gelişmiş pek çok Batılı ülkelerde İsrail’e destek verildiği, Filistinli sivillerin durumuna dikkat çekmek isteyenlerin ise adli ve idari kovuşturmaya tabi tutuldukları gözlenmektedir.
Görüldüğü üzere; Avrupa’nın yeniden yapılanması sadece savaş meydanlarında değil; savaş sonrasındaki barış anlaşmaları, diplomatik düzenlemeler ve ideolojik değişimlerle gerçekleşmektedir. Bu süreç günümüzde de “demokrasi” ve “insan hakları” söylemlerinin gölgesinde devam etmektedir. Uluslararası ilişkilerin temel çelişkileri “demokrasi” ve “insan hakları” söylemlerinin tutarsızlığından kaynaklanmaktadır. Bu tutarsız yaklaşımlar sınır ötesi müdahalelerin yapılmasına gerekçe oluşturmaktadır. Oysa yapılan müdahalelerin haklılığı çoğu zaman ciddi şekilde tartışmalı ve bağlamsaldır. Soykırım, etnik temizlik, işkence, kitlesel öldürmeler gibi ağır insan hakları ihlalleri „Responsibility to Protect – Koruma Sorumluluğu“ (R2P) ile demokrosiyi teşvik ve diktatörlükleri sonlandırma (Irak, 2003, Libya 2011), terörle mücadele ve uluslararası güvenlik (ABD’nin Afganistan müdahalesi gibi) yaklaşımları bu müdahaleleri meşrulaştırmak için öne sürülmektedir. Buna mukabil; “insan hakları” söylemi çoğu zaman çıkar temelli kullanılmaktadır. Ruanda’da (1994) on binlerce kişi katledilirken müdahale edilmemiş, petrol zengini bölgelerdeki rejimlere yeterli gerekçe oluşturulmadan müdahale edilebilmiştir. BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan yapılan bu operasyonlar, “uluslararası hukuka aykırı” olarak değerlendirilse de egemen güçler tarafından dikkate alınmamaktadır. Ayrıca hedef ülkelerde kalıcı barış ve demokratik düzen kurmak yerine otorite boşlukları, iç savaşları, yeni insan hakları ihlallerini de beraberinde getirmekte, yerel halkın beklentilerini karşılamaktan uzak kalmaktadır. Bu operasyonların yerel halkın menfaatlerinden ziyade, “insan hakları maskesi altında yapılan yeni sömürgecilik” hareketi olarak da değerlendirilmekte, söylem ile eylem arasında tutarsızlık olduğu konusunda eleştirilmektedir.
İnsan hakları ve demokrasi, evrensel ve vazgeçilmez değerlerdir. Ancak bu değerlerin samimi, tarafsız ve uluslararası hukukla uyumlu müdahalelerle korunabileceği, bunun aksine hareketlerin meşru müdahaleden çok güç politikalarının araçlarına dönüşeceği, savaş endüstrisi ve ekonomisinin çıkarına olacağı unutulmamalıdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesi ile “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça çıkarılan savaş, cinayettir.”