YAZARLAR

Nefes Almaya Devam Etmektir Hayat

Bazı insanlar vardır, gördüğünüzde yüzünüze bir gülümseme, içinize bir ferahlık gelir. Dikkat ettiniz mi bilmem, bu tür insanların sayısı giderek azalıyor. Bu defa toplumsal, sosyal, siyasal ütopyalardan ve bunların gerçekliğinden bahsedeceğim. 

İngiliz feminist yazar, romancı, eleştirmen Virginia Woolf (1882-1941) „Zarif ve görgülü ruhlar bu dünyaya ait değildir“ demiş. O misal, her geçen gün hayatı güzel ve yaşanılır kılan güzel insanlardan biri veya birkaçı hayattan kopup gidiyor, ya kendi köşesine çekiliyor, toplumdan uzaklaşıyor ya da sonsuz aleme irtihal ediyor… Çoğu insanın umrunda olmadan, kimsenin ruhu duymadan.

Kırsaldan kensel hayata göçler, ekonomik şartların giderek ağırlaşması, insanların birbirine yabancılaşması ve hayatta kalma, hayatlarını idame ettirme kaygısı bir kısım insanın muvazenesini kaybetmesine neden olabiliyor. Bu insanlar hayatlarında kin ve nefreti reddedip sevgiyi, tahammülü benimsemek yerine, entelektüeliteden yoksun, muazzam bir sevgisizlik ve ötekini anlamayı reddetme haleti ruhiyesiyle, içindeki ummanda kopan fırtınada boğulmamak, hayatta kalmak, gemiyi salimen limana ulaştırmak için çabalıyor; bunun adına da yaşamak diyorlar, denirse… Oysa kin ve nefretin hiçbir olumlu  mirası görülmemiş tarih boyunca, aksine her ne varsa yakılmış, yıkılmış… İnsanlar ayrışmaya, birbirini ötekileştirmeye başlamış, ne gam. Kalabalıklar içinde yalnız ve birbirine yabancı kalanlar, birbirinin derdiyle hemdert olmayan, haliyle hemhal olmaya zaman bulamayan insanlar anlaşılmaz bir aymazlık içinde oradan oraya savrulurken, bir olmanın, birlik olmanın, ortak amaçlar etrafında elde edilen kazanımlarını unutmuş; modernitenin dayattığı bireyselleşmeyi, büyük şehrin kalabalığı içinde yalnızlaşmayı yaşam biçimi olarak değerlendirir olmuş. Var olmak, kendi olmak için kendi doğrusunu ısrarla savunanların sesi daha gür çıkmaya başlamış. Uğur Mumcu’nun deyimiyle; „Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olarak“ orta yerde dolaşan egemenlerin sözü geçer akçe olmuş; haklının ve hak edenin değil…

Bu hercümerç içinde herkes kendini haklı ve kendi yaptığını doğru görmeye başlamış; Sanki Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910) Anna Karenina’yı bugünler için yazmış diyesi geliyor insanın. „Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir“ diyor Rus yazar. İnsanlar ne kadar mutlu, ne kadarı mutsuz belli değil; hayat ve geçim gailesi bellerini bükmüş; dün ile yarın arasındaki zaman diliminde geleceğe hazırlık yapmak yerine geçmişin hatalarını telafi etmekle meşgul.

Toplumsal ve sosyal hayatın içinde başkasının „günahları“ içine düştüğü özel durumlar ne kadar kolay yargılanabiliyor; ötekini eleştirirken insan ne kadar da acımasız oluyor. Herkes kendi hesabına bir özeleştiri yapmadan kendi masumiyetine, haklılığına inanıp işaret parmağıyla ötekini göstermenin verdiği sonsuz hazzı yaşarken, diğer parmakların sözün sahibini gösterdiğini unutuyor. Oysa „Hiç kimse sınanmadığı bir günahın masumu değildir“. Birileri ötekinin durumunu gözleyip beylik laflar edip, fikir üretip, ahkam keserken; günün birinde aynı duruma düşmeyeceğinin garantisi varmış gibi davranmasın. -Mış gibi yaşayıp giden yığınların suskunluğu, memnuniyetin veya masumiyetin ifadesi olarak algılanmasın. 

Bilimsel açıdan değerlendirildiğinde kendine saygısı ve güveni eksik olanların kendilerini haklı görme ve üstün olduğunu kabul ettirme eğilimlerinin daha sık rastlanır olduğu görülmüş. Bu insanlar kişilik yapısı olarak analiz edildiğinde; narsistlerin kendilerini kabul ettirebilmek, büyüklüklerini kanıtlamak ve karşısındakileri aşağılamak eğiliminde olduğu; paranoidlerin kendi kuşkularını doğrulamak için bahaneler bulduğu, obsesiflerin ise her şeyi denetim altına alarak haklılıklarını kanıtlama peşinden koştuğu kaydedilmiş. Oysa insanoğlu hesap sormadan önce hesap vermeyi, başkasını eleştirmeden aynada kendine bakmayı yaşam biçimine dönüştürmelidir. 

Bu bir yaklaşım biçimidir ve insanın kendi zayıf noktalarını bilmesi kadar yüce bir özellik yoktur; birinin öteki olarak gördüklerinin gözünde kendisinin itibarsız görüleceği kaygısını bir yana bırakması gerekir. Hayatını „el ne der“ diye değil, „ben ne istiyorum“ diye yaşamalı, kendine ve çevresine zehretmemelidir. Aslında toplumda kişiler arasındaki iletişim kanalları sağlıklı işletilse, insanların incir çekirdeğini doldurmayan meseleleri mutsuzluk kaynağı olarak görmesi ortadan kalkar. Dahası kendini bazen haklı veya bazen mağdur olduğunu düşündüğü hususlarla ilgili olarak karşı tarafın bakış açısını görme imkanı bulur. Böylece zıtlaşmalar, kırgınlıklar ve onarılması güç sorunlar ortaya çıkmadan önlenmiş olur. Bunun tersi durumlarda iletişim kanalları kapanır ve mutsuzluk kaynakları bir ömür tedavi edilmeden sürer gider, kısır bir döngüye dönüşür; yaşanan anlık durumlar, hayat boyu karakteristik özellikler kazanır.

İnsanoğlu olumsuz duygulardan arınmak için anlamsız bir şekilde, haklı çıkma, ötekine galip gelme, üstün olma inadını terk etmeli; kimi zaman da haksız çıkmış olmanın üzerinde bırakacağı olumsuz ruh halini tatmalı, sorunun çözümünü zamana yaymalı, biraz da hayatla inatlaşmadan yaşamaya çalışmaladır.

Olumsuz duyguların, davranışların nedenine inilirse, karşıdakini haksız çıkararak kendini üstün görenlerin, suçlayanların tutum ve davranışları karşısında ortaya çıkabilecek aşağılanma düşüncesinin yarattağı öfkeye tutsak olma hali de ortadan kalkar.

Anlamsız düşünce ve zıtlaşmalar başladığında karşıdakinin kendini savunucu tutumu veya kışkırtıcı üslubuna karşıllık vermek yerine, konuyu sonraki zaman diliminde yeniden değerlendirmeyi denemek bir seçenek olarak düşünülebilir. Haklı olduğunuzu hissetmenize, bilmenize rağmen haksız görülmeniz, dünyanın sonu değildir ve her yeni anın yeni bir başlangıç için verilmiş bir fırsat olduğu göz ardı edilmemelidir.

İnsan bir tartışmada haklı olduğunu öne sürerken, içinde bulunduğu şartları ve üslubu da dikkatten kaçırmamalıdır. Gücün ve kuvvetin etkisini unutmamalıdır. Kufe’ye yolu düşen bir Hz. Ali taraftarının yaşadığı rivayet edilen bir olayda Emevi hanedanının kurucusu Muaviye tarafından söylendiği anlatılan sözden ders çıkarmalı; güçlü olanın koyduğu hükmün geçerli olduğu unutulmamalıdır. Bu durumda ısrarla „devenin dişi değil, erkek olduğunu“(1) öne sürerek haklı olduğunuzu savunmak yerine, konuyu bir de karşı tarafın bakış açısıyla değerlendirip, karşı karşıya kalınan durumu anlamaya çalışmak gerekir. Haklı olduğunuz konusunda ısrarcı olmak, karşı tarafın savunmasını güçlendirecek, kimseye bir fayda sağlamayacaktır. Çünkü hükmün esaslarını koyanlar geçmişte olduğu gibi günümüzde de egemen olanlardır. Böyle bir durumda sakin bir şekilde kendi görüşlerinizi ifade edin, ama karşıdakinin de kendisini haklı görmesine bir parça izin verin. Aslolan insanın vicdan muhasebesi yaptığında kendini haklı görmesi, buna inanması ve günü huzur içinde tamamlamasıdır. Eskiler bu duruma ilmi siyaset benzetmesi yapmıştır. Konunun demokrasi veya cumhuriyet ile ilgisi yoktur. Zira sanıldığının aksine cumhuriyet çoğunluğun dediğini yapma, demokrasi ise çoğunluğu ikna etmedir, Aristo’nun deyimiyle işi bilenlerin işbaşında olduğu bir yönetim şekli değildir. Cengiz Aytmatov’un ifadesi ile „Gün gelir ve anlar ki insan, yaşadığı her şey yalandır. Geriye vaz geçemediği bir aşk ve kabullenemediği bir yalnızlık kalır“


(1) Öykü 07.06.2023 tarihinde https://www.malumatfurus.org/muaviyenin-disi-deve-hikayesi-ve-kose-yazarlarimiz/ adresinden alınmıştır: Bir gün Hz. Ali’nin taraftarlarının yoğun olduğu Küfe’den, bir Arap, devesiyle Şam’a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış:
– Ver o dişi deveyi bana! demiş. Tartışma büyümüş, Küfe’den gelen adam, “Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir” diye itiraz etmişse de anlaşamamışlar. Konu Muaviye’ye yansımış.
Halk meydanda toplanmış… Muaviye, Küfe’den gelenle Şam’da deveye sahip çıkan yerliyi dinledikten sonra, kararını açıklamış:
– Bu dişi deve Şamlınındır!
Sonra toplananlara dönmüş ve sormuş:
– Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?
Cemaat hep birlikte bağırmış:
– Şamlınındır!
Küfeli şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalırken, Muaviye onu yanına çağırmış:
– Ey Küfeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Küfe’ye dönünce gördüklerini Ali’ye anlat ve de ki: “Ey Ali, Muaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! Ayağını denk al!”


Kültürlü, demokratik, birlikte yaşamayı başarmış insanların olduğu yerde insanların birbirine kin ve nefret yerine saygı ve tahammül göstermesi olağandır. Bu yerde insanları ileri götürenin demokrasi değil, kapital olduğunu görmezden gelmeyin. İyi insanların topluma birer nimet olarak bahşedildiğini unutmayın. Nadir de olsa, bu insanların diğerlerinden farkı, yani meziyeti; kendi zaaflarının farkında olmaları, kusurlarını görebilmeleri, gerektiğinde hataları ile yüzleşerek toplumun insanlara yapıştırdığı etiketin dışında, gerektiğinde hayata ve insanlara yeni bir kimlikle bakabilmesi, hayata yeni baştan başlayabilmesidir.

İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni Charles Dickens (1812-1870)’ın „İki Şehrin Hikayesi“ adlı eserinde söylediği gibi; „İçinde bulunduğumuz zaman zamanların hem en iyisi hem en kötüsü. İnsanlar bilgeliğin ve aptallığın çağını yaşıyor. Devir hem inanç hem kuşku devri. Işığın da asrı, karanlığın da. Hem umut baharı, hem umutsuzluğun kışı. İnsanlar hem her şeye sahip, hem hiçbir şeyleri yok.“ 

Kendi yolunu açarken, başkasının yolunu bilinçli olarak kapatmaya çalışan bencillerin dünyasında ideallerine tutsak insanların yorgun çehrelerini aydınlatan zoraki gülümsemeler, gerçekte heder olup gitmiş bir hayatın, sahip olunan iç huzurunun yanılsamasıdır. Bu insanlar çaresizliğin pençesinde kendilerini savunmak için yiğidin harman olduğu, her bir yiğide çevrilen üçkağıdın armağan olduğu, hakkıyla çalışanların cezalandırıldığı yerde „kader“ diye söylenip yollarına devam ediyorlar. Unutulmasın ki „insanlar yalnızca kendilerinin hissetmediği acıları çekenleri teselli edebilirler.“ Eşitsizliklerin olduğu, biri düşse de seyretsek diye avuçlarını oğuşturanların çokça olduğu bir yerde yaşayan herkes bir doğrunun kendisi olduğu yanılmasamasıyla yaşayan ve kendi sanal gerçeğinin arkasına gizlenmiş, adeta tiyatro sahnesine dönen dünyada kendine biçilen rolü oynamaya devam ediyor. Gücün demokratik olmadığı, bilginin adil paylaşılmadığı zamanlarda „mutlu insanların, mutsuz insanlara borcu olduğu“ hatırlardan çıkarılmasın. İnsan olabilmek için çalışan herkesin Ionescu’nun dediği gibi „içimizde uyuyan canavarı“ yola getirmeye bakması yeterli. Alain Touraine‘in (1925-2023) önerdiği üzere; „toplumsal, sosyal, siyasal ütopyaların rahatlatıcı sakinliğini terk edip, toplumsal ilişkilerin rahatsız edici ama gerçek hareketini“ görelim ona göre göre yol ve yön çizmeye bakalım.

İngiliz şair ve eleştirmen Edith Sitwell (1887-1964), modernizmin kurucu figürlerinden biri olarak kabul edilen yazar Virginia Woolf  ile bir yarım gün geçirdikten sonra, „Onunla konuşmaktan zevk aldım, ama yazdıkları hakkında hiçbir şey düşünmedim“ diyor; hayatta birilerinin yazıp söylediğini birileri kaale almayabilir. II. Dünya Savaşının yıkımını en iyi anlatanlardan biri olan Alman şair, oyun ve öykü yazarı Wolfgang Borchert (1921-1947) de “Biz topu yuvarlayanlarız ve kendimiz o yuvarlanan topuz. Ama aynı zamanda o yuvarlanan topla devrilen lobutlarız. Ağır topların üzerinde gürüldediği saha da kalbimiz” derken hayatın yükü altında ezilmeden yaşamayı salık veriyor. 

Aslında ne o ne de şu; nefes almaya devam etmektir hayat.

ähnliche Artikel

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert