YAZARLAR

Köy Enstitüleri ve Eğitim Anlayışı

“İnsan hür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur” der ünlü Fransız düşünür ve yazar Jean-Jacques Rousseau. İçinde bulunduğumuz mevcut dünya sisteminin bizleri getirdiği durum bu değil midir aslında? Büyük plazalar, dört bir yanımızı saran ve o olmadan hiçbir işimizi beceremeyeceğimiz teknoloji, hiç bitmeyen bir rekabet ve eşitsizlik, adım adım unutulmaya mahkum bırakılan değerlerimiz.

Rousseau birçok düşüncesiyle eğitim sistemi ve toplumun sosyal yapısı üzerinde büyük etki bırakmış, sosyal bilimin, özellikle eğitim biliminin önde gelen isimlerindendir. „İnsan hür doğar“ der Rousseau. Yani insan doğası gereği özgürdür ancak kendi elleriyle özgürlüğünü „toplumsallaşarak“ kaybeder. İnsanın ilkel durumu ve toplum durumu çok farklıdır. Rousseau’ya göre uygar bir toplum ancak doğalcı bir eğitimden geçen erdemli yurttaşların yetiştirilmesine bağlıdır. Toplum içinde insan kendini yani doğal durumunu yitirir. Böylelikle insanın doğal durumunu tanımak bir hayli zordur. İnsan kendi doğasına geri dönmelidir, doğada eğitilmelidir. Doğada ki insan kendi elleriyle yarattığı dertlerden uzak olabildiği için rahattır. Rousseau insanın içgüsüdel olarak kendini koruma ve merhamet duygularından oluştuğunu iddia eder. Doğada yaşayabilmek için bu iki ilkenin yeterli olduğunu vurgulayan Rousseau, insanın doğada özgürleştiğini söyler. Çünkü insan doğada maddi kaygılardan, çıkarlardan, eşitsizlikten uzaktadır ve bu sayede kendini bulur. Toplum insanı bambaşka bir varlık haline getirir ve prangalara vurur. Oysaki Rousseau’ya göre insanı hayvanlardan ve diğer canlılardan ayıran şey akıl sahibi olması değil, özgür olmasıdır. Sözlerine şu şekilde devam eder ünlü düşünür: „Köleler zincirler içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler. Köleliklerini sever hale gelirler.”

İçinde bulunduğumuz durum aslında bu değil midir? Modern eğitim sistemi bizi zincirlere vurarak mevcut kapitalist sisteme mahkum etmemiş midir? Anadolu’nun bağrından kopup gelen anne, baba veya dede ve nenelerimize bakalım. Kendilerini Y ve Z kuşağı ile kıyaslayıp, genellikle bizlerden daha „eğitimsiz“ olarak nitelendirmiyorlar mı? Oysa Eğitim nedir? Yeni teknolojik aletleri kullanabilmek mi? Farklı diller konuşabilmek mi? 21.yüzyıl becerilerine hâkim olmak mı? Peki bir fidan dikmek, tohum ekmek, hayvan gütmek, çocuk büyütmek, yemek yapabilmek nedir? Bunlar da eğitim kavramının içine girmez mi?

Bu bağlamda sizleri 1940ların Türkiye’sine götürmek isterim. O yıllarda nüfusun büyük bir oranı köylüydü. Kırsal kesimlerde bir feodal düzen hakimdi, yani köylerde ağaların hüküm sürdüğü bir düzenden bahsediyoruz. Bu durum köylünün hem ekonomik hem de sosyal açıdan kalkınmasının önünde çok büyük bir engel teşkil ediyordu. Köylü ne okula gidebiliyor, ne de eğer okul mevcut ise o okulu eğitmenlerle doldurabiliyordu. Ardından, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından, Türk eğitim bilimci İsmail Hakkı Tonguç çabalarıyla tarıma elverişli arazisi olan köylere „Köy Enstitüleri“ kuruldu. Dünyada eşi benzeri olmayan bir şey yapıldı. Bu Eğitim Enstitülerinde öğrenciler hem üretim yapıyorlar, hem de eğitim görüyorlardı. Kendi binalarını kendileri dikiyor, yemek, çamaşır, temizlik gibi günlük işlere kendileri koşuyor, sebzelerini ve meyvelerini kendileri yetiştiriyor ve müzik, tiyatro, halk oyunları gibi kültür dersleri görüyorlardı. Hatta değerli halk ozanımız Âşık Veysel’in de Köy Enstitülerinde öğrencilere bağlama dersi verdiği söylenir. Bunun dışında öğrenciler Türkçe, Matematik, Fizik, Tarih ve Yurttaşlık bilgisi gibi derslere de giriyorlardı. Bu okullardan mezun olanlar, yeniden köylere giderek kendileri öğretmenlik yapıyor, aynı zamanda köylülere bilmedikleri birçok konuda rehber oluyorlardı. Örneğin, bilinmeyen tarım türlerini köylülere öğretiyorlardı, okulu beraber inşa ediyor veya okuma yazma öğretiyorlardı. Böylelikle hem ülkenin öğretmen açığı kapatılmaya çalışılıyor, ekonomik sıkıntılar „üretim“ ile giderilmeye çalışılıyor ve toplum her anlamda eğitiliyordu.

Köy Enstitüleri ezberci eğitim veya kitaba dayalı eğitim yerine “iş için, iş içinde eğitim” ilkesini baz alarak öğrencilerini yetiştiriyordu. “İş için, iş içinde eğitim” ilkesi ünlü Amerikalı eğitim bilimci John Dewey’e dayanmakta. Dewey okullarda kültürel ve hayata dair becerilerin geliştirilmesini savunuyor. Aynı zamanda „learning by doing“ kavramını geliştirmiş olan Dewey bu teorisiyle uygulamalı eğitimin önemini vurguluyor. Köy Enstitülerinde öğrenciler de uygulayarak öğreniyordu. Dönemin en ünlü eğitimcisi olan John Dewey Türkiye’ye davet edilip Köy Enstitülerini incelemesi istenmiştir. Dewey Türkiye’nin eğitim sistemi hakkında bir rapor hazırlamış ve yayınlamıştır. Rapor’da sunulan öneriler ciddiye alınmış ve uygulanmıştır. Hatta Dewey uluslararası açıklamalarında Türk eğitim sistemini çoğu kez örnek olarak göstermiştir.

Köy Enstitüleri Hasan Ali Yücel‘in görevinin bitmesinden sonra bir çöküş yaşamış, önce “Köy Öğretmen Okulları” olarak devam etmiş, ardından kapatılmıştır. Kapatılmasının siyasi nedenlere dayandığı söylenilir. Kimbilir, belki kapatılmasalardı ne köylü şehirlere göç etme ihtiyacı duyardı, ne de bu kadar insan şehirlerden Avrupa’ya göç ederdi.

Yukarıda bahsettiğimiz Rousseau felsefesi aslında Köy Enstitülerinde bir nevi yaşatılmış diyebiliriz. Rousseau „Emile- Ya Da Eğitim Üzerine“ adlı eserinde eğitime ve topluma dayalı konuları sanki bugünü anlatır gibi yorumluyor. İmmanuel Kant’ın bu eseri okumak için günlerce evinden çıkmadığı söylenir. Eserde Rousseau hayalindeki bir çocuğu evlilik çağına kadar doğalcı bir eğitim ile yetiştiriyor. Köy Enstitüleri de aslında doğanın, tarımın, üretimin, yurttaşlığın önemini vurguluyordu.

Günümüze dönersek örnekler vermiş olduğum eğitim anlayışından bir hayli uzakta olduğumuzu görebiliriz. Modern eğitim sistemi kişileri hem bu değerlerden hem de kendi kültürel değerlendiren uzaklaştırmakta. Bu noktada yapılabilecek tek şey ailelerin çocuklarına kitaptan defterden hariç doğayı, tarımı, yurttaşlığı uygulamalı olarak anlatabilmeleri ve onları bu alanlarda desteklemeleridir.

Bu bağlamda son olarak günümüz Türkiye’sinde gerçekleşen büyük ve muazzam bir projeden bahsetmek istiyorum: Karaoklar Ekolojik Hayat Çiftliği. Ahmet Şerif İzgören tarafından Manisa‘da kurulan bu çiftlik, çok kısa bir süre içinde Türkiye’nin en iyi organik tarım çiftliği olarak seçiliyor. Çiftliğin içinde bir dershane bulunmakta. Tarımla alakalı çocuklara yönelik birçok eğitim ve projeler yapılıyor. Gidin görün çünkü „Doğa, her yaprağında en derin yazılar olan biricik kitaptır.“ (Goethe).

ähnliche Artikel

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert

Lesen Sie auch
Schließen